Quantcast
Channel: birİSTANBULhayali / a dream of Istanbul
Viewing all 57 articles
Browse latest View live

İstanbul Konuşuyor’un sınıf içinde uygulanışı

$
0
0

İstanbul’un tarihi ve doğal yapılarının eğlenceli bir şekilde tanıtılmasını sağlamak için hazırladığım “İstanbul Konuşuyor” adlı eğitici soru kartlarını sınıflarımda uygulamaya başladım.

Soru kartlarının bu kadar etkili olabileceklerini uygulayana kadar düşünmemiştim. Öğrencilerim hem soruların hemen hepsini biliyorlar hem de eğlenerek öğreniyorlar. Üstelik sınıfın çoğu  bu etkinlikte aktif hale geliyor. Katılım düzeyi neredeyse sınıfın tümü. Eğlenceli bir İstanbul eğitimi için ideal.

Soruları kartlar içinden onlar çekiyorlar. Bazen ben okuyorum bazen onlar.

Aşağıdaki video 5. sınıfta (10 yaş grubu) gerçekleştirdiğim bugünkü etkinliğe ait.


Yalılar, adlar ve Kanlıca’da bir Hariciye Köşkü

$
0
0

Saffet Paşa Yalısı

Yılanlı Yalı, adını hikayesinden almıştı. Aslanlı Yalı bahçesindeki aslan heykellerinden. Esma Sultan Yalısı, adını sahibinden almıştı tıpkı Fehime Sultan Yalısı gibi. Fenerli Yalı’da olduğu gibi adını mimarisinden alan yalılar da vardı Boğaziçi’nde, Manolyalı Yalı’da olduğu gibi bahçesindeki ağaçlardan adını alan da. Kanlıca’da bulunan, Boğaz’ın en büyük rıhtımlarından birine sahip olan bu yalıysa adını kullanım tarzından, mekanlık yaptığı dışişleri toplantılarından aldı.

Şimdilerde Saffet Paşa Yalısı olarak bilinen yalı, vakt-i zamanında Hariciye Köşkü olarak biliniyordu. 2. Abdülhamit döneminin bürokratlarından olan Saffet Paşa altı kez Hariciye Nazırlığı (Dışişleri Bakanlığı) yaptığından, yalısı Hariciye Köşkü olarak nam salmıştı.

Saffet Paşa’nın yalısı 1760 yılında yapılmıştı. 1976 yılında çıkan bir yangında yalının bu orijinal hali yandı. Şu an görünen yalı orijinal planına göre yangından sonra yapılan yalıdır. Saffet Paşa’nın torunu olan ve Hürriyet Gazaetesi’nin kurucusu olarak kabul edilen Sedat Simavi, ölünceye kadar bu yalıda yaşamıştı.

3 adımda İstanbul’un Fethi’ni anlama rehberi

$
0
0

İstanbulun fethi 2

İstanbul’un Fethi’ni anlamak isteyene “sur gezisi, fetihe dair derli toplu bir kitap ve bir kahve içimlik kronikler” başlıkları altında özetlenen üç adımlı bir program.

Haliç’e gemiler karadan yürütüldü mü, Ulubatlı Hasan diye biri var mı, lağım savaşlarında Osmanlı nasıl yenildi, çatışmalar surların hangi bölgelerinde yoğunlaştı, İstanbul’a nasıl girildi, kente giren Osmanlılar neler yaptılar ve İstanbul nasıl imar olundu gibi popüler sorular şu ya da bu tarihçinin ağzından değil bizzat dönemin tanıkları tarafından yanıtlanıyor. Böylece okuyucu İstanbul’un Fethi’ni ana kaynaklarından öğreniyor ve geziyor tabi.

İstanbul’un Fethi

Dünya tarihine yön veren fetihlerden biri olan İstanbul’un Fethi, 2 bin yıllık Roma İmparatorluğu’na son vermekle kalmamış; bölgesel bir güç olan Osmanlı Devleti’ni dünya siyaset sahnesine yön veren bir imparatorluk haline getirmişti. Mütevazi Osmanlı bu fetihle anıtsal Osmanlı’ya adım atmış; Osmanlı’nın siyasetinden devlet törenlerine; mimarisinden yazısına; edebiyatından sanatına; ordusundan saray geleneklerine her şeyi komple değişmişti.

Fetihten önce ve fetihten sonra Osmanlı

Fetihten önce Osmanlı, bölgesinde sadece önemli bir devletti. Hepsi bu. Ama fetihten sonra dünyaya yön veren bir imparatorluk oldu. Osmanlı’nın gözlerinin bir anda Avrupa içlerine, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya dikilmesi bu yüzdendi.

Fetihten önce Osmanlı’nın camileri birkaç kubbeden oluşan, küçük, sevimli bir mimariye sahiptiler. Fetihten sonra merkezi kubbeli ve anıtsal olarak inşa edildiler. Fatih’i, Süleymaniye’si, Selimiye’si hep bu yüzdendi.

Devlet törenleri ve protokolleri sıradan denebilecek kadar sade ve gösterişsizken görkem ve şaşayla doldu fetih sonrası.

Ve Osmanlı, fetihten sonra her şeyin en görkemlisini, zirvesini aramaya başladı. Küçük olsun bizim olsun değildi, büyük olsun dünya görsündü. Mimarlıkta zirve olan Mimar Sinan’ı, seyyahlıkta zirve olan Evliya Çelebi’yi, Baki’yi, Katip Çelebi’yi bunun için yarattı.

İstanbul’un fethini anlamak

Osmanlı’da yarattığı etki muazzam olan İstanbul’un Fethi’ni anlamak hem Osmanlıyı hem de İstanbul’u anlamak açısından önemli. Hatta şart!

Peki, ortalama bir tarih ve kültür meraklısı ortalıkta fethe dair yazılmış yüzlerce kitap ve binlerce makale varken nasıl bir seçim yapacak. Üstelik fetih, sadece okumayla da anlaşılabilecek bir şey değil. Gezi şart!

Bu yazının amacı İstanbul’un Fethi’ni anlamak isteyene “sur gezisi, fetihe dair derli toplu bir kitap ve bir kahve içimlik kronikler” başlıkları altında özetlenen kolay, anlaşılabilir, herkese hitap edebilen üç adımlı bir program sunmak.

3 adımda İstanbul’un Fethi’ni anlama rehberi

Adım 1: Kara Surları gezisi

Ayvansaray Surları

İstanbul’u fethetmek için ilk önce onu koruyan sur duvarlarını geçmek gerekiyordu. Kentin onlarca kez kuşatılıp bir türlü ele geçirilememesinin şifresi onu koruyan surların yapısında gizliydi.

Bu surlar, Kara, Deniz ve Haliç Surları adı altında üç bölümden oluşuyordu. Savaşın esas cerayan ettiği sur bölümü Kara Surları’ydı. Fethin canlı tanıkları olan Kara Surları’nın tuğla bedenlerine savaşın izleri, bir bir işlenmişti. Ve surlar o izleri hala taşıyorlar.

6 Nisan’da başlayıp 29 Mayıs’ta sonlanan kuşatmanın muazzamlığı ancak Kara Surları’nı tanıyarak olabilir. Kara Surları’nı tanımadan İstanbul’un Fethi’ni anlamak, zihinde bir yere yerleştirmek mümkün değil.

Bu yüzden İstanbul’un Fethi’ni anlamak için Kara Surları’na dair yapılacak kısa bir gezi, programın ilk ayağını oluşturuyor. Kara surları ile ilgili rehber kitaplardan bilgi edinebilirsiniz muhakkak. Ama ben daha önce yine bu websitede Kara Surları’na dair bir gezi rehberi yayınlamıştım. Bu rehberde İstanbul’u kuşatan surların ne zaman, niçin ve nasıl yapıldığını 6,5 kilometrelik bir yürüyüş güzergahı boyunca kapı kapı anlatmıştım. Bu yazıdan da faydalanabilirsiniz: İlgili yazı şu linktedir: Kara Surları gezi rehberi

Kuşkusuz 6,5 kilometrelik sur gezisi 1 güne sığmayabileceği gibi yer yer sıkıcı da olabilir. Bu yüzden “surların ortası” olarak bilinen ve yaklaşık 1250 metrelik bir yürüyüş hattı oluşturan Topkapı-Edirnekapı sur hattı işinizi rahatlıkla görecektir. Zaten kuşatma da en fazla bu hat üzerinde yoğunlaşmış olup, İstanbul’a Osmanlı askerleri ilk bu hattan girmişti.

Adım 2: İstanbul’un Fethi’ni derli toplu anlatan bir kitap

Runcimanİstanbul’un Fethi’ni anlatan deyim yerindeyse “yığınla” kitap var. Bu kitapların bir bölümü yoğun akademikken başka bir bölümü ne yazık ki yoğun ideolojik. Steven Runciman’ın “Konstantinapolis Düştü” adlı kitabı ne akademik ne ideolojik. Kitap herkesin anlayabileceği akıcı bir dille, romansı bir üslupla yazıldığından ortalama okuyucuyu sıkmadan fethi güzel özetliyor. 236 sayfalık kitabın ilk 57 sayfası Osmanlı’nın kuruluşundan Fatih’in tahta geçtiği tarih olan 1451’e kadar olan süreyi anlatıyor. Böylece fethi anlamak için gerekli tarihsel zemin sağlanmış oluyor.

Adım 3: Bir kahve içimlik  kronikler

Tıp biliminde birbiri ardınca, sürekli tekrarlanan sağlık vakalarına kronik denirken; tarihte de olayların birbiri ardınca, tarihsel bir sıralamayla anlatıldığı kitap ya da kitapçıklara kronik deniyor.

İstanbul’un Fethi’ni anlamak için o dönem yaşamış, fethe bizzat tanıklık etmiş kişilerin kronikleri özellikle okunmalı. Çünkü fetihle ilgili bilgilerin büyük kısmı bu kronikler aracılığı ile bize ulaşıyor.

BarbaroNicolo Barbaro Kroniği: Nicolo Barbaro Venedikli bir doktor. Kuşatmanın başladığı 6 Nisan’dan şehrin düştüğü 29 Mayıs’a kadar, İstanbul’da kalmış ve fethe bizzat tanıklık etmiş. Diğer kroniklerden onu ayıran en önemli taraf da bu zaten. Olayları yaşamış ve gün gün not etmiş. 85 sayfadan oluşan kitap adeta bir kahve içimlik. İşte günlüğünden bir kaç kısa not.

20 Nisan: 4 Venedik gemisi yüzden fazla Osmanlı gemisinin arasından sıyrılarak Haliç’e girdi.
22 Nisan: Türkler gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirdi.
23 Nisan: Haliç’e inen Türk gemilerini yakmak için, Bizans imparatoru girişimde bulundu.
20 Mayıs: Osmanlı toplarının yarattığı korkunç sesten dolayı birçok kadın baygınlık geçirdi.
26 Mayıs: Türklerin naraları yüzünden şehir halkı panik içinde. Herkes şehrin düşeceğini, Türklerin yakında kente gireceğini düşünüyor.
29 Mayıs: Türkler kente girdiler.

Ve aynı gün Nicolo Barbaro bir Vendeki gemisine binerek İstanbul’dan İtalya’ya kaçtı. Bu kronik müthiştir.

DukasDukas Kroniği: 

Bizanslı bir tarihçi olan Dukas 1400 yılında doğmuş 70 yaşında da vefat etmişti. Dukas, Nicolo  Barbaro gibi fetih sırasında İstanbul’da değildi. Ege Adaları’nda bulunuyordu. Dukas’ın sıradan bir kronikçi olmadığını, Ege Adaları’nda önemli bir görevde bulunduğunu 1455-56’da bizzat Fatih Sultan Mehmet’e Midilli ve Limni adalarının haraç vergilerini kendisinin götürmesinden anlıyoruz.

Dukas, fetih sonrası İstanbul’a gelmiş, tanıklara dayanarak eserini kaleme almıştı. Canlı, romansı bir üslubu olan Dukas, kroniğinde Fatih’in İstanbul’u fethetmek için nasıl geceler boyu düşündüğünü, nasıl yalnız başına dolaştığını, halkın arasına nasıl karıştığını; topların nasıl döküldüğünü, gemilerin karadan nasıl yürütüldüğünü, Türkler şehre girince Bizanslıların Ayasofya’ya nasıl sığındıklarını, Bizans’ın üst düzey devlet görevlilerinin nasıl idam edildiklerini birbir anlatmış.

235 sayfalık kroniğin 157. sayfadan sonraki bölümleri İstanbul’un fethi’ne dair bilgiler içeriyor. Yani, okunması gereken kısım yaklaşık 80 sayfa. Bu da bir kahve içimliktir eder.

KritovulosKritovulos Kroniği: Kritovulos da Dukas gibi Bizanslı bir tarihçi ve fetih sırasında İstanbul’da bulunmuyor. O da kroniğini fetih sonrasında tanıklıklara dayanarak yazmış.

240 sayfalık kronik, bir kahve içimlik değil. Çünkü sadece İstanbul’un fethini anlatmıyor, İstanbul’un fetih sonrası nasıl imar edildiğini de anlatıyor. İstanbul’un fetih sonrası nasıl imar edildiğini döneminin canlı tanığının kaleminden duymak isteyenler, bu kroniği muhakkak okumalı.

İstanbul’a fetih sonrası göçlerin nasıl ve hangi kaidelere bağlı olarak yapıldığı, Fatih’in İstanbul’un Fethi’ni Truva’nın intikamı olarak nasıl yorumladığı gibi bilgiler, kroniği diğer kroniklerden ayıran özellikler. Ayrıca fetih sırasında yaşananlar daha detaylı anlatılmış. Kritovulos’un üslubu ve anlatımı oldukça güzel.

Bu kitapları okuduktan sonra yeniden bir sur gezisi daha yaparsanız, iyi olmaz. Muhteşem olur!!!

Mavzerin hikayesini başlatan köşk: Huber Köşkü

$
0
0

Huber Köşkü

” Kurşun gibiyim.
Mavzer gibi.
Dağ gibi patlar giderim.”

Ahmet Kaya

Popüler olarak kullandığımız kimi deyimler, kimi isimler Boğaziçi’nde ya bir semtten türedi, ya bir korudan ya da bir yalıdan. Şarkılarda, türkülerde adı bolca geçen ve bir tüfek çeşidi olan mavzerin hikayesi de Boğaziçi’nde bir yalıda başladı.

Bir silah tüccarı: Mösyö Huber

Tarabya’da bulunan ve şu an Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılan Huber Köşkü, 1880’li yılarda gelişen Almanya-Osmanlı ittifakının önemli sembollerinden biri. Nasıl, Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Alman Çeşmesi Kayzer II. Wilhelm’in İstanbul’u ziyaretinin bir sembolü ise, Huber Yalısı da gelişen Osmanlı-Alman ilişkisinin silah ticareti boyutunun simgesi. Çünkü bu yalının sahibi olan August Huber Alman silah şirketi Mauser’in Osmanlı temsilcisi.

Osmanlı, 2. Abdülhamit döneminden itibaren Almanya ile ilişkilerini geliştirmeye başlayınca ihtiyaç duyduğu teknolojileri Alman şirketlerinden satın almaya başladı. Mesela, Bağdat ve Hicaz demiryolları, Haydarpaşa Garı gibi dev ihaleleri Alman şirketlerine vermesi bunlardan bir kaçı. Silahları da Alman şirketlerinden satın almaya başladı. Mauser, bu silah şirketlerinden biriydi.

Mauser silah şirketinin Osmanlı’daki temsilcisiyse August Huber’di. Osmanlı ihtiyaç duyduğu silahları August Huber aracılığıyla bu şirketten satın alıyordu. Huber, 1890 yılında şu an Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılan ve kendi adıyla anılan köşkü satın aldı.

Huber Yalısı

Üç katlı, on odalı, iki sofalı ve üç banyolu olan yalı Boğaziçi’nin, soğan kubbeleriyle dikkat çeken yalılardan biri. Yalıyı yaptıran da, mimarı da bilinmiyor. Bilinen, August Huber’in 1890 yılında bu yalıyı bir Ermeni ailesinden satın aldığı. Yalı, o andan sonra Huber’in adıyla anılmaya başlandı. Mösyö Huber, yalıyı satın aldıktan sonra, dönemin ünlü İtalyan mimarı Raimondo D’Aronco’ya yalının çevresine bir kaç yapı ekletti. Böylece yalı birkaç binadan oluşan bir tür külliye görünümü kazandı. Yalının bahçesi de Boğaziçi’nin en geniş yeşil alanlarından biri ve sanatkarı bilinmeyen heykellerle süslü. Yalı 1985 yılında döenmin cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından kamulaştırılarak Cumhurbaşkanlığı yazlık Köşkü haline getirildi.

 Mavzer

Şarkılarda, türkülerde adı bolca geçen ve bir tüfek çeşidi olan mavzer, Huber’in temsilciliğini yaptığı silah şirketi olan Mauser‘in okunuşundan ibaret. Mauser o dönem hafif, kullanışlı ve ucunda süngüsü olan Gewehr 98 adlı bir model üretti. Bu model, Osmanlı’nın en fazla rağbet ettiği tüfek oldu. Öyle ki Osmanlı, en fazla Gewehr98 adlı bu tüfeği kullandı. Halk, tüfeğe Gewehr98 demedi. Üretildiği silah fabrikasının adıyla seslendi. Mavzer dedi. Şarkılarında, türkülerinde, filmlerinde bol bol yer verdi.

dd

Çocuklara İstanbul’u eğlenceli bir şekilde tanıtan bir çizgi film: İstanbul Muhafızları

$
0
0

aaa

Bir eğitimci gözüyle bakınca her şeyin rengi değişiyor. Oldukça eğlenceli bir senaryosu olan bu çizgi film çocuk büyük herkese hitap ediyor. Bilgi yüklü çünkü. Her bir bölümünde İstanbul’un tarihi yapıtlarını tanıtıyor.

Filmin “kötü” kahramanı olan Gürgen, 40’lı yaşlarında kelli felli bir adam. Astronot olmak istiyor. Ama gelin görün ki 7. sınıfta kalmış. Geride kalan 35 yıl boyuncada 8. sınıfa geçmeyi bir türlü başaramamış. Çünkü tarih dersinden sürekli kalıyor. Bu yüzden tarihten nefret ediyor. Oturup tarih dersine çalışmak yerine, tarihi eserleri işlevsiz kılarak, tarih dersini yok etmek istiyor. Tarih dersini ortadan kaldırırsa sınıfını geçip astronot olabilecek çünkü. Bu yüzden İstanbul’un tarihi eserlerine yönelik “ilginç” planlar kuruyor: Topkapı Sarayı’nın değerleri hazinelerini çalmak, Tophane-i Amire’yi futbol topu fabrikası yapmak, muhteşem bir icat yapıp Adalar’ı birleştirerek tek kara parçası yapmak ve burada bir uzay üssü kurmak bunlardan birkaçı. Hatta bir gün tarih sınavında, İstanbul’un “Blue” lakaplı tarihi eseri soruluyor. Cevap olarak Sultanahmet Camisi yerine Ayasofya’yı işaretliyor. Sonradan öğreniyor ki yanlış cevabı vermiş. Ayasofya kırmızı renkli.  Sorunun cevabını değiştiremeyeceğime göre, o zaman diyor bende Ayasofya’yı maviye boyarım.

Dört afacan çocukta, Gürgen’in zeka parıltılarıyla dolu bu planlarına karşı İstanbul’un tarihi eserlerini koruyorlar. Çizgi filmin adı bu sebeple İstanbul Muhafızları. Gürgen’nin planlarını her defasında boşa çıkarıyorlar. Çocuklar da bu eğlenceli senaryo içinde İstanbul’un tarihi yapıtlarını öğreniyorlar. Her yönüyle eğitici ve eğlenceli bir çizgi film.

Bu çizgi filmi izledikten sonra aklımda İstanbul ve kültür odaklı bir eğitim projesi belirdi: Öğrencilerime bu çizgi filmi izleterek, filmde adı geçen tarihi yapıtlarımızı konu edinen geziler yapmak.

Böylece öğrencilerim bir çizgi filmin izlerini İstanbul’un tarihi dokusu içinde takip edecekler. Her yönüyle eğlenceli olacak. Yeni eğitim öğretim yılı için, 5 ve 6. sınıf öğrencilerime yönelik yapacağım etkinlikler kapsamında ajandama kaydettim.

Yaz tatili boyunca TRT Çocuk’ta hafta içi her gün 13.25 ve 17.25 te yayınlanan çizgi filmin geçmiş bölümlerine şu linkten ulaşılabilir: https://www.youtube.com/watch?v=yBu-C_xNj30

Sait Faik ve martı yumurtaları

$
0
0

martı yumurtaları

Bugün bir dünya haritası alın ve bakın. Gözünüze ilk çarpan yer neresi. Amerikan rüyasının kıtası mı? Uygar yaşamın, çağdaş değerlerin merkezi Batı Avrupa mı? Kültürel geçmişi ve çeşitliliğiyle Çin mi, Hindistan mı? Dünyadaki vahşi yaşamın, safarinin merkezi Afrika mı? Kutuplar mı? Okyanuslar mı? Hangisi?

Sait Faik için adaydı. Haritaya ne zaman baksa gözleri bir ada arardı.

Derler ya adam olacak çocuk küçüklüğünden belli olur diye; yalnız olacak, tüm hayatını yalnız yaşayacak olan adam da haritaya bakışından belli oluyor demek ki.

İstanbul’da ada ve edebiyat deyince bugün akla ilk gelen ismin Sait Faik olması bu yüzden bir tesadüf değil. Çocukluktan hissedilmiş sonrasında ilmek ilmek örülüp hayata geçirilmiş bir kararın sonucu. Bugün Sait Faik’siz yazılmış bir Burgazada, Kınalıada, Kaşıkadası, Sivriada ve Yassıada’nın tarihi eksik, ruhsuz bir tarihtir.

1906’da Adapazarı’nda, karanın ortasında doğan Sait Faik otuzlu yaşlara gelinceye kadar çeşitli işlerle uğraştı. Babası Burgazada’dan beyaz bir köşk satın alınca ilk önce yazları köşke giden Sait Faik bir zaman sonra hastalığının getirdiği iç sıkıntısıyla İstanbul’un merkezinden uzaklaşma ihtiyacı duydu ve köşke yerleşti. Yazarlıktaki en verimli dönemi Burgazada’ya yerleştikten sonra başladı.

Zamanının büyük bir kısmını değişik insanları gözlemlemekle geçiren Sait Faik, kibar zümrenin insanlarından hiç hoşlanmadı. Bunun için de kibar zümrenin insanlarının mekanı olan Boğaz semtleri, Sait Faik’in ilgi alanına girmedi. Bu sosyetik, burnu bir kaşık havada olan zümrenin insanlarını tarif etmek için kalemini hiç kıpırdatmadı. Onun mekanı sokaktı. Balıkpazarlarında, kahvehanelerde, meyhanelerde soluk alıp veren insandı. Alnı terleyendi. Kıt kanaat geçinendi. İşçiydi, emekçiydi. Ekmeğini taştan çıkarandı.

Sait Faik ada yaşamını sevdiğinden mütevellit balık tutmayı severdi. Sandalla Burgazada, Kaşıkadası, Kınalıada, Sivriada ve Yassıada kıyılarında Rum balıkçılarla balık avına giderdi.

Sait Faik’in hikayelerinde otobiyografik ögeler baskın değer olduğundan  hikayelerinde bu avlara yer vermiştir. Kınalıada ve Kaşıkadası kıyılarında zargana ve karides avları, Sivriada’da Karagöz avları ve martı yumurtası toplamalar.

Kırk  martı yumurtası toplamış

Büyük öykücü Sait Faik’i dağda bayırda, elleri kan içinde kalarak martı yumurtası toplarken düşünün. Belki de bunları yaptığı için bu kadar büyük.

Aşağıdaki alıntı Sait Faik’in Lüzumsuz Adam adlı hikaye kitabında bulunan Kameriyeli Mezar adlı hikayeye aittir. Hikayede Sait Faik Burgazada Mezarlığı’na gider, biraz dolandıktan sonra mezarlığın yamacında bulunan yuvalardan martı yumurtası toplamaya karar verir.

” Martı yumurtalarına doğru yürüdüm. Keretalar, ne de çıkılması zor yerlere yumurtluyorlar. Nasıl da saklıyorlar onları! Nereden de biliyorlar bir martı yumurtası düşmanı vardır diye. Herhalde insanlardan saklamıyorlar. Kim bilir, güneşte şu sakin sakin kurunmaya çalışan karabataklar belki martı yumurtası oburudur. Belki de kertenkele, yılan sever martı yumurtasını, kim bilir?

Ellerim kan içinde kaldı. Yüzüm gözüm toprakla doldu. Ama kırka yakın martı yumurtası topladım.”

Martı yumurtasını anlama klavuzu

Sait Faik’in en büyük keyiflerinden biriydi martı yumurtası toplamak. Sabah sabah martı yumurtalarını  toplayıp, kahvaltıda bir tavaya kırmanın keyfi paha biçilemezdi onun için. Çoğu zaman kahvaltıyı bile beklemezdi; bir tanesini hemen oracıkta kırıp içerdi.

Sait Faik Kameriyeli Mezar ve Sivriada Sabahı adlı hikayelerinde martı yumurtalarının nasıl toplanması gerektiğini anlatmış, yumurtalar ile ilgili deyim yerindeyse bir kılavuz oluşturmuş. Martı yumurtalarının bozuk olup olmadığını, yumurtaların içinde yavru bulunup bulunmadığını nasıl anlarız? Martılar yumurtalarının adetinde bir keramet var mıdır? Anne olacak martı neden tek haneli yumurtalarda çift haneli yumurtlamaz? Anne martılar sayarak mı yumurtluyorlar gibi soruların yanıtlarını  Sait Faik ” Sivriada Sabahı” adlı hikayesinde yanıtlamış. Hikaye tadında bir martı yumurtalarını anlama kılavuzu hazırlamış.

Sait Faik’in Sivriada Sabahı adlı hikayesinde üç arkadaşın Sivriada kıyılarında Karagöz avı anlatılır. Anlatıcı balık tutmaktan anlamayan biridir. Rum balıkçı Kalafat ise işinin ehlidir. Bir de yanlarında henüz çocuk yaşlarında olan Sotiri vardır. Hikayenin bir bölümünde Sotiri midye kabuğuyla elini keser. Kesik elle oltayı tutamayacağından Karagöz avına katılamaz. Anlatıcı ve Kalafat Karagöz avına giderken, Sotiri adada kalır ve martı yumurtası toplamaya karar verir. Gerisini Sait Faik’ten okuyalım:

Sotiri: Siz gidin. Benim tam olta tutacak yerimden kesildi parmağım.
Kalafat: Sen bilirsin. Sotiri bana bak. Toplama çok yumurta. Sakın tekleri alma!
Sotori: Neden usta?
Kalafat: Bozuk olur da ondan. Bilmez misin martı üç yumurta yumurtlar da kuluçkaya yatar.
Sotori: Ben toplayayım da sonra suda muayene ederiz.
Kalafat: Peki, tazesini nasıl anlarsın?
Sotori: Deniz suyuna atarsın. Yüzenini ayırırsın.
Kalafat: Yüzen mi tazedir? Yuh ervahına! Ulan kaç defa söyledim sana be, dibe çökenini alacaksın diye?
Sotori: Peki usta, unuttumdu.

Sadece öğretmenlerin değil, çocukla ilgili çalışma yapan herkesin okuması gereken bir kitap: Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak

$
0
0

eee

Yıl 1696. Mayıs’ın 13’ü. Afyon mahkemesinde Ümmühan adlı köylü bir kız mahkemeye “Ben on beş yaşındayım”baliğa” ve “akile” olmam sebebiyle kendi adıma karar verme hakkına sahibim” diye haykırır. Evet, 319 yıl önce 15 yaşında köylü bir kız mahkemeye böyle bağırır. Daha bitmedi devamı var.

Ümmühan, çocuk yaşında zorla nişanlandırıldığı Yazıcızade Mustafa ile evlenmek istemez. Ve çocuk yaşına bakmaz, haykırmaya devam eder: ” Ben kendimi Allah’ın emri ve Peygamberin şeriat-ı mutaharrası üzerine üç kumaş kaftan, bir altın küpe, bir sim kuşak, bir entari, bir çift sim bilezik ve bir pabuçtan … oluşan mehr-i muaccel ve bin dirhem mehr-i mueccel ile Ahmed’e evlendiriyorum.”

Bu hikayeden sonra Ümmühan’ı tanımayı gerçekten çok istedim. Çok uygar, cesur bir çocuk. Peki, Ümmühan’a ne oldu?

Afyon Mahkemesi kayıtlarında yer alan tutanaklardan devşirilen bu hikayenin sonunu bilmiyoruz. Ümmühan sevdiği Ahmed’le evlenebildi mi? Yoksa mahkeme haksız bulup onun Yazıcızade Mustafa’yla zorla evlendirilmesine mi karar verdi?

Yahya Araz’ın kaleme aldığı “Osmanlı toplumunda çocuk olmak” adlı kitapta bulunan bu hikayenin sonu kitapta yer almıyor. Çünkü yazar işin hikaye kısmıyla pek ilgilenmemiş. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş başlığı altında sadece analiz etmiş.

Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak içinde farklı çocuk hikayeleri barındıran, Osmanlıda çocuk meselesini masaya yatıran, onu derinlemesine analiz eden bir kitap. Tarihsel süreç içinde çocuğun Osmanlı toplumundaki gelişimi ve değişimini mercek altına alıyor. Zira her şey gibi çocuğunda bir tarihi var.

Sadece öğretmenlerin değil, çocukla ilgili çalışma yapan herkesin okuması gereken bir kitap Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak.

ON BİNLERİN DESTANI

$
0
0

onbinlerin-donusu

Bazı kitaplar için “neden daha önce okumadım?” dersiniz. Ksenophon’un kaleme aldığı “On binlerin Dönüşü” benim için o kitaplardan. Kimi tarihçiler askeri tarihi bu kitapla başlatıyorlar. Herodot nasıl tarihin babasıysa, Ksenophon’da askeri tarihin babası.

Kitapla tanışmam İstanbul’la ilgili yeni projem vesilesiyle oldu. Amacım işime yarayan 40 sayfa kadarını okuyup bırakmaktı. Zira okunması gereken çok kitap var. Ama okudukça içine çekti. Bir askeri tarih kitabı ama roman gibi. Her seferinde, yurtlarından binlerce kilometre uzakta olan on binden fazla askerin başlarına neler geldiğini merak ediyor ve antik Anadolu coğrafyasında seyahat ediyorsunuz. 2400 yıl önce Anadolu nasıldı, kimler yaşardı? Kitapta bunlarında cevapları var.

Umudun ve mücadelenin, bir ve beraber olmanın destanı bu kitap. Diğer tüm destanlardan farkı ise birebir gerçek olması.


İstanbul’da tesadüfen bulunan 5 tarihi eser

$
0
0

İstanbul ilginç bilgi

Ey tesadüf, sen nelere kâdirsin! Ya da tesadüfün yazdığı tarih mi demeli?

Fransızlar soğuk şaraplarımız ısınmasın, aman şunlara bir mahzen yapalım derken koca bir Bizans sarayı bulmuşlardı çünkü. Değil Marmara’nın, değil Türkiye’nin, dünyanın en büyük devrimine İstanbul’un da ortak olduğunu ortaya koyan arkeolojik keşifi bulan bir demiryolu işçisiydi. Sultanahmet Meydanı’nı süsleyen Yılanlı Sütun’un 250 yıldır kayıp olan başı, hafriyatın içinden bir anda peyda oluvermişti. Dünyanın en değerli elmaslarından birini, çöplükte dolaşan yoksul bir çocuk bulmuştu. Ya, dünyanın en nadir arkeolojik keşiflerinden biri olan 8000 yıllık ayak izlerinin tesadüfen bulunmasına ne demeli…

Şaraplara mahzen yapalım derken bulunan Bizans sarayı

Eğer, bir ucu Topkapı Sarayı’na bir ucu Sarayburnu’na bir ucu Cankurtaran’a uzanan bir üçgen çizerseniz, çizdiğiniz matematiksel olarak bir üçgendir amma, tarihsel olarak “essah İstanbul“dur. Çünkü İstanbul tam da bu üçgeninin içinde kurulmuş dahası buradan yönetilmiştir.

İstanbul’un kurucusum olan Byzantion bu üçgenin içinde kurulmuş; kentin bir sonraki sahibi olan Bizans İmparatorluğu, devleti yönetmek için bir saraylar kompleksi olan Büyük Saray’ı bu alana inşa etmişti. Osmanlı’da Topkapı Sarayı’nı bu üçgen içine yapmış, yaklaşık 400 yıl devleti buradan yönetmişti.

Bu üçgen içinde Bizans İmparatorluğu’nun Büyük Sarayı’ndan başka Mangana adlı başka bir sarayı daha bulunuyordu.

Bizans’ın ünlü saraylarından olan, bir çok seyyahın da övgüyle bahsettiği Mangana Sarayı, adını bölgede bulunan ve Mangana adı verilen  savaş araç gereçlerinin depolandığı mahzenlerden almıştı.

Mangana Sarayı köşkler, avlular, kiliseler, manastırlar ve ayazmalardan oluşan bir kompleksti. 9. yüzyılda yaptırılan saray 12. yüzyılın sonlarına doğru bizzat Bizans imparatoru II. İsakios tarafından yıktırılmıştı. Saray öylesine yıktırılmıştı ki yaklaşık 50-60 yıl sonra bölgeye gelen Rus hacılar sarayın kalıntılarını bile görememişlerdi.

Osmanlı’da, Mangana adı verilen mahzenleriyle ünlü bu bölgeyi tıpkı Bizans gibi askeri depo olarak kullandı ve bugün hala görülen dört büyük askeri depo inşa etti.

1. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul  işgal edilince, günümüzde üzerinde askeri tesislerin ve demiryolunun bulunduğu bu bölgeye Fransızlar el koydu. Ordunun şaraplarını, sıcaktan korumak için serin bir yere ihtiyaç duyulduğunda ilk olarak Fransızların aklına, bölgede bulunan mahzenler geldi. Ama mahzenler aradan geçen yaklaşık bin yılda molozlarla dolmuştu. Soğuk şarabın içiminin harika olmasının yarattığı hapharika motivasyondan olacak bir an önce kolları sıvayıp mahzenlerde bulunan molozları boşaltmaya başlamışlardı bile. Ve, Avrupalı olmalarından mütevellit moloz boşaltma işlemlerini inşaat ustalarının liderliğinde değil, arkeologların liderliğinde yapmışlardı. İşte o arkeologlar, şaraplara mahzen yapalım derken, bin yıllık Bizans Sarayı’nı günyüzüne çıkardılar.

Dünyanın en değerli elmaslarından biri çöplükte şans eseri bulundu

a (2)

Eğer bir çocuk 1699’un herhangi bir mevsiminin herhangi bir ayının herhangi bir gününün herhangi bir saatinde İstanbul’un meşhur Eğrikapı Çöplüğü’nde dolaşıp, para edecek bir şeyler aramasaydı, dünya şu an sahip olduğu en nadide elmaslarından birine asla sahip olamayacaktı.

İstanbul’u kem gözlerden koruyan, bir nazar boncuğu gibi çepeçevre kuşatan surların kapılarından biri olan Eğrikapı, kapı olmaklığı kadar çöplüğüyle de ünlüydü bir zamanlar.

Bir çocuk vardı. Adı Ahmet’ti, belki Mehmet, belki de Dimitri’ydi. Belki 10 yaşındaydı, belki 12, belki de 15. Belki Türk’tü, belki Rum, belki de Çingene. Çocuktu işte. Ve yoksuldu. Yoksa Eğrikapı Çöplüğü’nde neden dolaşsındı ki?

Osmanlı’nın çöküşünün miladı olan Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı o mel’un yılda, yani yıl 1699’da çöplükte dolaşan o çocuk parlak bir taş buldu.

Ve çocuk, çöplerin içinde bulduğu parlak taşı, üç tahta kaşık karşılığında bir kaşıkçıya sattığında çok sevinmişti muhakkak. Ama üç tahta kaşığa sattığı parlak yuvarlak taşın dünyanın en pahalı elmaslarından biri  olduğunu bilseydi, çıldırırdı muhakkak.

Dünyanın en değerli elmaslarından biri olarak kabul edilen ve şu an Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’nde sergilenmekte olan Kaşıkçı Elması, dünya gündemine hiç hesapta yokken, tesadüfen, bir çöplükten böyle merhaba demişti.

 Yılanlı Sütun’un kayıp başı

eeeeee

İstanbul başkent olarak ilan edildiğinde dünyanın dört bir tarafından getirilen sütunlarla süslenmişti. Bu sütunlardan biri de Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Yılanlı Sütun’du.

Yılanlı Sütun Yunanlılar tarafından MÖ 5. yüzyılda, Perslere karşı kazanılan savaşın anısına yapılmış ve Apollon Tapınağı’nın önüne dikilmişti. Birbirine burularak sarılan üç yılandan oluşan sütunun tepesinde dev bir tütsü kazanını taşıyan üç yılan başı bulunuyordu.

Bizans imparatoru Büyük Konstantin, İstanbul’u anıtsal dikilitaşlarla süslemek için 330 yılında Yılanlı Sütunu İstanbul’a getirtti ve o zamanlar Hipodrom olarak bilinen Sultanahmet Meydanı’na diktirdi. Ve 1700 yılına kadar sapasağlamndı Yılanlı Sütun.

1700 yılının bir gününde yılanların başları koptu birdenbire. Ve kopan başları bir daha gören olmadı. Yılanlı Sütunun’un üç başı sırra kadem basmıştı sanki. Ta ki 1848 yılına kadar.

Sultan Abdülmecit Ayasofya Cami’nin restorasyonu işini İstanbul’da bir çok yapıya imza atan Fossati Kardeşler’e vermişti. Fossatiler 1847 yılında başlayan restorasyon sırasında sıva altında bulunan mozaikleri ortaya çıkaracaklar, gerekli bakımlarını yapacaklardı. Yıllar süren restorasyon sırasında Fossatiler, birçok mozayiği ortaya çıkarıp bakımını yaptılar. Hatta o ana kadar bilinmeyen ve ikinci katta bulunan Deisis yani Yakarış Mozayiği’ni de Fossatiler bulmuştu.  Fossatiler bu restorasyon sırasında sadece Deisis Mozayiği’ni bulmakla kalmadılar, 1700 yılında Yılanlı Sütun’un sırra kadem basan üç başından birini, Ayasofya kazıları esnasında çıkan hafriyat içinde buldular.

Böylece sırra kadem basan üç yılan başından biri bir hafriyat içinden tesadüfen bulunmuş oldu. Bu başı görmek isteyenler Arkeoloji Müzesi’nin İstanbul eserleri bölümünde izleyebilirler.

 Bir demiryolu işçisinin bulduğu en büyük devrim

f

Neolitik Çağ. Devrimlerin en büyüğü, en hası, atası. Tahılların yetiştirilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi, köy yaşantısı ve sınıfların oluşması. Bir sosyal varlık olarak insanın olgunlaşması. Uygarlığın dibi yani. Günümüz medeniyetinin atası.

1908 yılında İstanbul- Bağdat Demiryolu yaptırılırken, demiryolunun Fikirtepe muhitinde çalışan işçi olan Miliopulos kazıdan çıkan birkaç çanak çömleği görünce, eski  devirlere dair birkaç buluntu bulduğunu biliyordu. Ama önüne çıkan bu buluntuların yalnızca İstanbul’da değil, Marmara Bölgesi’nde tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşantısının başlangıç noktasını teşkil eden bir devrimin işaret fişeği olduğunu elbette bilmiyordu.

İstanbul’da hatta Marmara Bölgesi’nde tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşantısı Fikirtepe ile başlamış, buradan çevreye doğru yayılmıştı. Eğer medeniyetin neolitik devrimle yani tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşantıya geçişle beraber başladığını kabul edersek, İstanbul’da medeniyet Fikirtepe’de başlamıştı. Ve İstanbul’un tarih öncesine uzanan bu derin arkeolojik keşif bir demiryolu hattı kazısında tesadüfen bulunmuştu.

Tesadüfen bulunan 8000 yıllık ayak izleri

ayak izleri

Asya kıtasını Avrupa’ya denizaltından tüp geçit ile bağlayan Marmaray kazıları başladığında kimi arkeologlar İstanbul’un Bizans, Roma dönemine hatta Byzantion dönemine ait buluntular çıkarılabileceği tahminlerinde bulunmuşlardı. Ama hiç kimse dünyanın en etkileyici, en ilginç keşiflerinden birine imza atılabileceğini tahmin etmemişti.

“Taşı toprağı altın” olmakla ünlü bu kentin bir diğer ünü de “toprağı kazsan tarih fışkırırdı”

Fışkırdı da. Hem de nasıl. Dünyanın en ilginç, en etkileyici keşiflerinden biri yerin 8 metre altından peyda oldu.

Yenikapı’da yapılan kazılarda arkeologların hissiyatlarını doğrularcasına Bizans’ın erken dönemlerine dair gemi, çanak-çömlek, takı, amfora vesaire kalıntıları bolca çıkmıştı. Ama o buluntuların altında, deniz seviyesinin yaklaşık 8 metre aşağısında, 390 adet ayak izi bulundu.

Bu ayak izleri 8 bin yıl önce, Yenikapı bölgesinden avlanmaya giden belki de avdan dönen bir grup insana aitti. İnsanlar, bu alan çamurken ayak basmışlar, ayak izleri de zamanla kuruyup kalıp haline gelmişlerdi. Ayaklarını bastıkları yerin hemen yanında bulunan dere yatağı bir sel sonucu taşınca, kurumuş ayak izlerinin üzerini sarı deniz kumuyla örtmüştü. Onun üzeri de daha sonra kat kat örtülmüştü. Balçık, kil olduğu için dere kumuyla karışmamış böylece ayak izleri, kalıp gibi bozulmadan günümüze kadar gelebilmişti. Son olarak şunu da eklemek gerekir. Dünyada bu tür ayakizlerine pek rastlanmıyor!

İstanbul kara surlarının zamana direnen 10 kapısı

$
0
0

kara surları

Ortaçağ’a kadar bir kenti savunmanın en iyi yöntemi adına sur denilen, üst üste binen duvarlar inşa etmekti. Kent, yüksekliği 10 metreyi geçen bu duvarlarla çepeçevre sarıldığında kenti savunan 5 bin asker, 100 bin 150 bin askere karşı bana mısın demeden savaşıyordu. Bir de galip geliyordu üstelik.

Ortaçağ’ın en güçlü  sur sistemine İstanbul sahipti. İstanbul’un etrafını kesintisiz bir hat boyunca 19,5 kilometre dolanan bu surların 400’e yakın kulesi ve 45 kapısı vardı. Kara, deniz ve Haliç olmak üzere üç bölümden oluşuyorlardı. Ve her bir bölümün kendine göre bir savunma mantalitesi vardı. Mesela surların en güçlü olduğu bölüm Kara surlarıyken en güçsüz olduğu bölüm deniz ve Haliç surlarıydı. Bu surlarda deniz zaten önemli bir savunma yapısı oluşturduğundan 8-10 metrelik bir sur yükekliği bu alanları korumaya yeterli oluyordu. Ama Kara surları için durum böyle değildi. Kara surları hendek, iç sur ve dış surdan oluşan 3’lü bir savunma sistemi ile çelik gibi korunup;  5632 metrelik bir hat  boyunca Yedikule’den Haliç’e kadar uzanıyordu.

Kara surlarının zamana direnen 10 kapısı

Kara surlarına açılan kapılar aracılığıyla, şehrin dışarı ile bağlantısı sağlanıyordu. Bu kapılar kullanım tarzlarına göre sivil ve askeri olmak üzre ikiye ayrılıyordu. Sivil kapılar halkın günlük rutin işleri için kullanılırken; askeri kapılar askeri amaçlarla kullanılıyordu. Osmanlı zamanında askeri kapılara gerek duyulmadığı için askeri kapıların büyük çoğunluğu duvarlar örülerek kapatılmıştır. Ama kara surlarının kapılarının büyük çoğunluğu hala ayaktadır.

Günümüzde kara surlarının toplam 11 kapısı vardır. Bu kapılardan bazıları Bizans döneminden kalmayken bazılarını Osmanlı açmıştı. Kapılar adlarını Edirnekapı’da olduğu gibi ya gittikleri yoldan; Mevlevihanekapı’da olduğu gibi ya civardaki ünlü bir yapıdan; Belgradkapı’da olduğu gibi ya civarda yaşayan semt ahalisinden; ya da Eğrikapı’da olduğu gibi şeklinden almıştır. 11. kapı olan Sonkapı 1990’larda açıldığından tarihi bir hüviyete sahip değil. Dolayısıyla bu yazının konusu değil ama yine de meraklısı için bilgi verilmiştir.

Aşağıdaki yazı, Yedikule’de bulunan 1. Askeri Kapı’dan başlayıp Eğrikapı’da son bulan tarihi sur kapılarını bir gezi rotası dahilinde tanıtıyor. Kimi kapılar birbirlerine çok yakın olup bazı kapılar arasındaki mesafe ortalama 1 kilometreyi buluyor. Nihayetinde 1 numaralı kapıdan 10 numaralı kapıya erişmeniz 5632  metrelik bir seyahati göze almanız demektir. Gezi rotasında sadece surlar ve sur kapıları hakkında değil;  kapı civarında görülmesi gereken tarihi yapılar hakkında da bilgi veriliyor.

1 – Örülmekten kurtulmuş bir kapı: Birinci askeri kapı

askeri kapı

Adı üzerinde Bizans’ın askeri amaçlar için kullandığı kapıdır. Tüm güzergah boyunca illaki görülmesi gereken tek askeri kapı bu. Çünkü askeri kapıların büyük çoğunluğu hem Osmanlı zamanında gerek duyulmadığı için duvar örülerek kapatılmıştır hem de askeri kapılar sivil kapılara nazaran daha küçük olup, dikkat celbeden mimari özellikler göstermezler. Askeri kapıların hüviyeti konusunda bir fikir edinebilmek için görmekte yarar var.

Kapının, Birinci askeri kapı olarak adlandırılmasının nedeni, kara surlarının başladığı noktada bulunan ilk askeri kapısı olmasıdır. Kapının üzerinde, kabartma şeklinde bir Hz.İsa monogramını görmek mümkün.

Kapının içinde bulunduğu Botanik Parkı üzerinden sur boyu ilerlenerek surların en görkemli kapısı olan Altınkapı’ya ulaşırsınız.

2 – Surların en görkemli kapısı: Altınkapı

Altınkspı

Tamamıyle Marmara Adası mermeri ile kaplı, iki kuleli, üç geçişli olan bu kapı İstanbul Surları’nın en görkemli kapısıdır. Bizans’ta zafer kazanan imparator ve komutanlar göğüslerini kabartarak şehre bu kapıdan girerlerdi. Altınkapı olarak adlandırılmasının nedeni vakt-i zamanında altın yaldızlarla bezeli olmasından kaynaklanır. Çünkü, zafer kazanan imparator ve komutanların şehre girdikleri kapı diğer kapılar gibi normal ölçülerde ve sıradan bezemeli olamazdı. Anıtsal olmalı ve altınla kaplanmalıydı. Yine vakt-i zamanında kapının görkemini artırmak için kapının üzerinde bir takım heykeller ve kabartmalar bulunuyormuş. Kuzey kulesinin köşesinde görülen bir kartal kabartmasının haricinde günümüze intikal eden başka herhangi bir kabartma ya da heykel bulunmuyor.

Kapının girişi, Yedikule Mezarlığı’nın içinde, otların arasında kalmıştır. Kapının heybetine Yedikule Zindanları’nın avlusundan da tanıklık edilebilir ama tavsiyem illaki mezarlığın içinden görmeniz yönünde. Altınkapı, gerçekten o zaman karşınızda arz-ı endam ediverir çünkü.

Bir de unutmadan Altınkapı, çıplak bir arazide kendi başına duran bir zafer takı olarak yapılmıştı. Günümüzdeki bir nevi otoyol gişe kapılarına benzetebiliriz. Altınkapı şuan ki surlarla bitişik görünümüne 413 yılında ulaştı. 2. Theodosius  zamanında kara surları genişletilince, Altınkapı da surlarla birleştirildi.

Altınkapı’dan yaklaşık 100 metre ileride Yedikule Kapısı bulunuyor.

3 – Bir Türk kapısı: Yedikule Kapısı

Yedikule KapısıKimi sanat tarihçileri bu kapıyı biçim ve mimari açısından tam bir Türk eseri olarak değerlendirir. Delil olarak da kapı üzerinde bulunan 3. Ahmet dönemine ait kitabeyi gösterirler.

Kapının Bizans döneminde açılmış olmasının en önemli kanıtı kapı üzerinde yakın döneme kadar görülen bir Bizans simgesi olan kartal armasının bulunmasıdır. Ama kapı 3. Ahmet döneminde yeniden yapılmıştır. Kapı adını yakınında bulunan Yedikule Zindanları’ndan alıyor. Bu kapıdan içeri girilince  sağ tarafta Yedikule Zindanları’nın kuleleri görünüyor. Gelmişken Yedikule Zindanları’na bir uğramak; aynı zamanda bir önceki kapı olan Altınkapı’yı zindanın avlusundan görmek lazım.

Yedikule Kapısı’ndan tekrar çıkınca surlar boyunca bostanlar görünecek. Marul, lahana, soğan gibi sebzelerin yetiştirildiği bu bostanlar Mevlanakapı ile Topkapı arasına kadar yaklaşık 3 kilometre boyunca kesintisizce devam eder.

Bu bostanlar, eskiden buralar hep  dutluktu misali bir zamanlar hendekti. Geçilmez denilen kara surlarının ilk savunma hattını oluşturuyordu. 8 metre derinliğinde 20 metre genişliğinde olan hendekler, İstanbul kuşatıldığı zamanlar suyla dolduruluyordu. Kenti kuşatan askerler surlara ulaşabilmek için ilk önce bu hendekleri geçmek zorundaydılar. Geçmeye çalışana kadar da Bizanslı askerler tarafından ok yağmuruna tutuluyorlardı.

Bostanları takip ederek sur boyunca yürüdüğünüzde kara surlarının üçlü savunma hattını net olarak görebilirseniz. Bostanların hemen gerisinde uzanan yaklaşık 8,5 metre yüksekliğe sahip olan surlar dış surlardır. Bu surlarda her 60 metrede bir, bir kule bulunur. Dış surun arkasındaki daha yüksek olan surlarsa iç surlardır. İç surlara kentin ana suru da diyebiliriz. Çünkü teknik anlamda en güçlü en donanımlı surlar bu surlardır. 12 metre yüksekliğe sahip olup 8 metre kalınlığındadırlar. Her 60 metrede bir, bir kuleyle donatılmışlardır. Fatih’i, İstanbul’un fethi sırasında esas  zorlayan surlarda bu surlardır.

Yedikule Bostanları ve Surları boyunca devam eden yürüyüşünüz yaklaşık 500-600 metre sonra, bir başka sur kapısı olan Belgradkapı’da sonlanır.

4 -Belgrad Ormanları’ndan Belgrad Kapısı’na

Belgradkapı

Bayılırım Osmanlı’nın isimlendirmelerine. Her isimlendirmesi küçük çaplı bir tarih ziyafetidir çünkü. Osmanlı uzun zaman bu kapıya “Kapalı Kapı” demiş. Çünkü Bizans döneminde takriben 12. yüzyılda kapı örülmüş. Ve yaklaşık 700 yıl kapalı kalmış. 1886 yılında aşağıda bulunan Balıklı Rum Hastanesi’ne geliş gidişi kolaylaştırmak için yeniden açılmış. Kapı adını bu civarda bulunan Belgrad göçmenlerinden alıyor. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Belgrad fethedildikten sonra bir grup Belgrad’lı esir  İstanbul’a getirilmişti. Esirlerin esnaf olan kısmı bu kapı civarına yerleştirilmişti. Su yollarından anlayan kısmı ise Belgrad Ormanları’na yerleştirilmişti. Belgrad’lı esirler İstanbul’da iki ayrı noktaya isimlerini vermişler böylece. Anıları daim olsun diyelim.

Sur kapılarının yanlarında savunma kuleleri bulunur. Kapılar bu savunma kuleleri kullanılarak savunulur. Yedikule Kapısı’nda yoktu ama Belgradkapı’da bu iki savunma kulesini de görmek mümkün. Ama surların bu bölümlerinde yeniden yapılmış bir hava var. Tarih kokmuyor surlar burada. Reklam kokuyor. Kötü restorasyon kokuyor.

Belgradkapı’dan içeri girince kapının sağ ve sol taraflarında merdivenler bulunuyor. Bu merdivenler aracılığıyla surlara çıkabilir, İstanbul’un farklı bir panoramasını Belgradkapı’nın savunma kuleleri üzerinden izleyebilirsiniz. Gelmişken kaçırmayın derim. İstanbul’u komple gezmek gibi bir amacınız varsa bir diğer gelişiniz ancak birkaç yıl sonra olabilir.

Bir diğer sur kapısı yaklaşık 500 metre mesafede bulunan Silivrikapı. Yalnız Silivrikapı’ya, bostan tarafından değil de surların iç tarafından, esas İstanbul tarafından Hisaraltı Caddesi boyunca yürüyerek ulaşın. Bostanları, surların yapılarını ve hal-i pür melallerini zaten Yedikule’den Belgradkapı’ya yürürken görmüştünüz.

Hisaraltı Caddesi boyunca yürüdüğünüzde biraz sonra bir cami karşılıyor sizi. Bir Mimar Sinan yapımı olan Hadım İbrahim Paşa Cami. Sinan’ın inşa ettiği güzel camilerden olup, içine girilesi hayran olunası bir camidir. Camiden çıktığınızda karşınızda arz-ı endam eden kapı yoğurduyla ünlü memlekete kapıları açan kapıdır.

5 – Silivri’ye giden yolun kapısı: Silivrikapı

Silivrikapı

Sur kapılarından bazıları adlarını üzerinde bulundukları yoldan alır. Tıpkı Silivrikapı gibi. Silivri’ye giden yol üzerinde olan Silivrikapı’nın önünde tıpkı Belgradkapı’da olduğu gibi iki savunma kulesi bulunur. Kapının yanında Bizans dönemine ait yaklaşık 1700 yıllık bir imparatorların mezar odası vardır. Şu dönemler restorasyona girecek herhalde. Restorasyon için çok geç kalındı ama, doğru geç de olsa doğrudur.

Silivrikapı’nın iç tarafında, başınızı yukarı kaldırınca Osmanlıca bir kitabe görürsünüz. Kitabe 1585 tarihine ait olup üzerinde bir gürz bulunur. Gürze ve kitabeye dikkatlice bakın. Lakin, tektirler. Çünkü bu gürz, bir yeniçeri olup sarayda muhafızlık yapan Baltacı İdris Ağa’ya aittir ve eski devirlerdeki müsabakalarda rekor kıran sporcuların spor aletlerini duvarlara asma adetimizin bugüne kalan tek örneğidir ve yaklaşık 420 yıldan beri Silivrikapı’da asılıdır.

Yine kapının üzerinde 1438 tarihine ait bir Bizans onarım kitabesi var. Bu tür onarım kitabelerine surların birçok yerinde ve bir çok sur kapısında rastlamak mümkün.

Silivrikapı’nın girişinde hikayeleri epeyce ilginç olan iki mezar bulunuyor. Arazi tarafından girişte sağda Elekçi Dede mezarı ve solda Mehmed Haydar Efendi mezarı. Bu iki mezarın hikayesi özellikle dikkat çekicidir.

Mezarların kenarından sur boyunca yürüyüşünüze devam edin. İstikametiniz Mevlevihane Kapısı. 600 metre sonra oradasınız ve yürüyüşünüz boyunca yine size bostanlar eşlik edecek. Bostanların ardındaki sur kulelerine harap demek bile harap kelimesine ayıp olur. Durumları vahim. En küçük bir depremde yerle yeksan olacak gibi bir halleri var.

6-Adını tekkeden alan kapı: Mevlevihane Kapısı

Mevlanakapı

Adını sur dışında bulunan Yenikapı Mevlevi Dergahı’ndan alan bu kapıya Mevlanakapı’da denir. Kara surlarını yaptıran 2. Theodosios devrinden kalıp da orijinal yapısını en iyi koruyan bu kapıdır. Bu nedenle bu kapıya bakıp, Bizans döneminden kalan diğer kapıların orijinal hallerini düşleyebiliriz.

Bizanslılar bu kapıya Rus Kapısı diyorlardı. Çünkü Bizans döneminde Eyüp civarına bir grup Rus yerleşmişti. Bu Ruslar daha sonra ayaklanarak İstanbul’a günlük girme hakkı elde ettiler. Ama sadece bu kapıdan!

Mevlanakapı’nın üzerinde bulunan yaklaşık 1 karış büyüklüğündeki haç ve Bizans tamir kitabesi dikkat çekici. Aynı haçtan kapının iç tarafında da var. Bu kapının da iki tarafında savunma kulesi bulunuyor. Girişin sol tarafında kalan kule şu an güvercinlik olarak kullanılıyor. Kapının solunda güvercinlerin beslendiği kuleye çıkabileceğiniz merdivenler bulunuyor. Bir İstanbul panoraması da bu kuleden izleyebilirsiniz.

Yürüyüşünüze yine sur boyunca bostanları takip ederek devam edin. Birkaç yüz metre sonra bostanlar sonlanır, çimler başlar. Arazi artık epeyce eğim kazanmıştır çünkü. Yaklaşık 1 kilometrelik yürüyüş sonrasında İstanbul’un fethi ile sembolleşen Topkapı’ya ulaşırsınız.

7 – İstanbul’un Fethi’nin kapısı: Topkapı

Topkapı

Topkapı, İstanbul’un fethi sırasında tamamen yıkılmıştı, fetih sonrasında yeniden yaptırıldı. Kapı, Türkçe ismini fetih sırasında surları döven bazı top güllelerinin kapı üzerine yerleştirilmesinden dolayı almıştır. 19. yüzyılın ortalarında İstanbul surlarını gezen kimi seyyahlar duvarlara yerleştirilen bu toplardan bahseder. Kapının sağ tarafında İstanbul’un fethi ile ilgili bir kitabe vardır.

Topkapı civarında Mimar Sinan’a ait iki cami bulunur: Arakiyeci İbrahim Ağa Camii ve Kara Ahmet Paşa Camii. Arakiyeci İbrahim Ağa Camii içindeki çinilerle özellikle ilgi çekerken; avlusu medrese olan Kara Ahmet Paşa Camii hem külliye olarak hem de içindeki kalem işlemeleriyle oldukça güzeldir.

İç surla dış surun arasında peribolos denilen, 15-20 metrelik bir koridor bulunur. Bu koridor, kuşatma sırasında askerlerin surlar arasında rahat hareket edebilmesi için özellikle tasarlanmıştır. Fatih Belediyesi’nin Topkapı Sosyal Tesisleri şuan bu koridoru kafe olarak kullanıyor. Yani Topkapı Surları şuan kafe olarak kullanılıyor. Bu tesiste bir çay içebilir, güvenli bir şekilde “peribolos”ta dolaşabilirsiniz.

Topkapı’dan sonra düzlük alan son bulur ve yokuş aşağı, bir zamanlar Lykus Deresi’ne yataklık eden Vatan Caddesi’ne doğru yürümeye başlarsınız. Hendeklerin burada olmamasının nedeni de bu yokuşlu yapıdır zaten. Surların en zayıf noktasıda burasıdır. İstanbul’un Fethi’nde, esas çatışma bu alanda gerçekleşti ve şehre bu civardan girildi. Sur kulelerinden birinin üzerinde Ulubatlı Hasan’ı anan bir levhanın çakılı olması bu yüzden tesadüf değil.

Vatan Caddesi’nden sonra Sulukule Kapısı’na doğru rampa çıkarsınız. Sur boyunca artık size hendekler değil, çimler eşlik eder.

8 – Altından su geçen kapı: Sulukule Kapısı

Sulukule Kapısı

Ortaçağ’da her kalenin bir su kulesi bulunurdu.Dışarıdan şehre giren suyun surlardan geçisi bu kule aracılığıyla sağlanırdı zira. Suyun gireceği yerden insandan girebileceği için bu geçişin emniyetli olmasına özellikle dikkat edilirdi. Bu emniyeti sağlayan su kulesi burada bulunduğu için kapı, Sulukule Kapısı olarak adlandırıldı.

Sulukule Kapısı, en erken dönem açılan kapılardan ama zamanla küçültülmüş. Hem sivil hem de askeri bir kapıydı. Kapı üzerinde bulunan haç kabartması özellikle dikkate değerdir. Sulukule’nin adını verdiği semt kentsel dönüşüme girmişti 3-5 yıl önce. Dönüşümün bitmesine az bir zaman kalmış. Sulukule artık koleji, sanat akademisiyle lüks bir mekan olmuş.

9 – İstanbul’u Edirne’ye açan kapı: Edirnekapı

Edirnekapı

Sulukule Kapısı’ndan birkaç yüz metre yukarıda bulunan Edirnekapı, yedi tepeli İstanbul’un 6. tepesi olup en yüksek tepesidir. Tam 76 metre. Taksim Meydanı’nın yüksekliğinin yaklaşık 90 metre olduğunu düşünürsek yedi tepeli İstanbul’un tepelerinin hal-i pür melalini tam anlamıyla anlamış oluruz.

Kapı, adını Edirne yolu üzerinde bulunmasından alıyor. Altınkapı’dan sonraki en önemli kapı budur. Kimi Bizans imparatorları bu kapıyı kullanarak sefere çıkmışlardı. Hatta Osmanlı padişahları da Eyüp’te kılıç kuşandıktan sonra bu kapıdan İstanbul’a giriyorlardı.

Edirnekapı’dan Tekfur Sarayı’na doğru sıralan surların üzerine çıkılabilmesi için merdivenler bulunuyor. Özellikle yaklaşık 25 metre yüksekliğe varan burcun  tepesine çıkıp İstanbul’un panoramasını izlemek zordur, kimi zaman da tehlikelidir ama değer.

Edirnekapı’da illa görülmesi gereken yapıları sıralayacak olursak bir Mimar Sinan eseri olan Mihrimah Sultan Camii ve Külliyesi; Bizans fresk ve mozaikleriyle ünlü Kariye Müzesi; bir Bizans sarayı olan Bleherna Sarayı’ndan kalan tek bölüm olan Tekfur Sarayı ilk etapta görülmesi gereken tarihi yapılar olarak sıralanabilir.

10 – Neden eğri olduğu belli olmayan kapı: Eğrikapı

Eğrikapı

Eğrikapı’nın adının nereden geldiği sorusu tartışmalı bir sorudur. Şeyh’ül Seyyah Evliya Çelebi’ye sorarsanız, fetihten sonra bu civara Eğirdir’den gelen bir grup göçmen yerleştirildiği içindir der; aynı dönemin seyyahı ve tarihçisi olan Eremya Çelebi’ye sorarsanız, kapının iki kanadının tam  karşılıklı olmamasından dolayı kapıya bu ad verilmiştir; modern Evliya Çelebi olarak kabul edilen John Frelly’e sorarsanız, kapıya giden dar yolun eğriliğinden almıştır. Rivayetler muhtelif.

Eğrikapı’dan içeri girince iki sokak sonra solda Panayia Suda Kilisesi ziyaret edilebileceği gibi Eğrikapı dışında bulunan Kırkçeşme Maksemi de ziyarete edilebilir.

11 – En son açılan kapı: Sonkapı

Ayvansaray Kapısı

Tarihi bir kapı değil. Bu yüzden tarihi 10 kapı içine almadım. Ayvansaray’la Eyüp tarafının bağlantısını kurmak için 1990’larda açılan bu kapı, en son açıldığından mütevellit Sonkapı olarak adlandırılıyor.

Bu kapının önünde sahabe mezarlarının bolca bulunmasının nedeni 8. yüzyılda Arapların İstanbul kuşatması sırasında en yoğun çatışmanın bu bölgede olmasından kaynaklanır.

Bu kapının civarında bulunan Bleherna Sarayı’nın ayazması olan  Bleherna Ayazması; Toklu Dede Türbesi ve haziresi ; Bizans kilisesiyken camiye çevrilen Atik Mustafa Paşa Camii; Haliç gezisi boyunca karşılaşabileceğiniz en anıtsal Türk yapısı olan İvaz Efendi Camii ve Bizans’ın ünlü zindanlarından olan Anemas Zindanları özellikle görülmeli.

İSTANBUL KONUŞUYOR (Online Test 1)

$
0
0

İstanbul’un çeşmeleri, köşkleri, külliyeleri, kütüphaneleri, çarşıları, kapıları, sarnıçları, parkları, sokakları, hayvanları, deyimleri, lezzetleri dile gelmiş konuşuyorlar, kendilerini anlatıyorlar. Sonra soruyorlar: Bil bakalım benim adım ne? Bana ne derler?

Testimiz toplam 5 sorudan oluşuyor. Her soru 20 puan. Toplam 100 puan. Süren ise soru başına 1 dakika olmak üzere toplam 5 dakika.

En alttaki gönder butonuna tıkladığında doğru ve yanlış cevaplarını, buna karşılık kaç puan aldığını göreceksin

Hadi başlayalım.

Önemli not: Bu test, hazırlamış olduğum İstanbul Konuşuyor adlı eğlenceli soru kartlarını tanıtım amaçlı hazırlanmıştır.

İstanbul konulu bilgi yarışması (Online)

$
0
0

Bu yarışma hem İstanbul kültür bilgimizi sınamak hem de sorular yoluyla İstanbul’un tarihi, kültürel ve doğal varlıklarını tanımayı amaçlamaktadır. 10 sorudan oluşur ve her soru 10 puandır. Seçenekleri tıkladığınızda sorunun doğru cevabı görülür. Alttaki mavi ok aracılığıyla diğer soruya ulaşırsınız. Sınav sonucunda ise toplam kaç puan kazandığınızı ve başarı ölçünüze hazırlanmış olan bilgi notunu görebilirsiniz.

SORULAR

Başla
Tebrikler - SORULAR adlı sınavı başarıyla tamamladınız. Sizin aldığınız skor %%SCORE%% en yüksek skor %%TOTAL%%. Hakkınızdaki düşüncemiz %%RATING%%
Yanıtlarınız aşağıdaki gibidir.
Geri dön
Tamamlananlar işaretlendi.
12345
678910
Son
Geri dön

 

 

Balkapanı ve 1500 yıllık Bizans mahzeni

$
0
0

Bizans mahzeni

Eminönü ve Tahtakale’de bulunan tarihi hanlara Kapalıçarşı’yı ve Mısır Çarşısı’nı bir kenara koyarsak genelde pek ilgi gösterilmez. Bu ilgisizliğin nedeni, hanların birbirine çok benzemeleriyle açıklanır. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir. Kimi hanlar sunduğu İstanbul manzarasıyla; kimi hanlar çatı katındaki esnaf lokantasıyla; kimi hanlarsa dehlizleriyle, Bizans koridorlarıyla ilgiyi fazlasıyla hak eder çünkü.

Balkapanı Hanı da bu hanlardan biridir. Ve rivayete göre buradan Ayasofya’ya giden bir yol bile vardır.

Osmanlı’da ticaretin can damarı: Kapan

İstanbul’a dışarıdan gelen bal, un, yağ, şeker gibi temel ihtiyaç maddeleri ilk önce  “kapan”  denilen hanlarda depolanırdı. Ürünler burada tartılıp, gerekli kontrolleri, vergilendirmesi, fiyat tespiti yapıldıktan sonra İstanbul pazarlarına dağıtılırdı.

Kapan, Osmanlı’da ticaretin can damarıydı. Modern anlamda hem “borsa”nın hem de “hâl“in yüklendiği misyonu üstleniyordu çünkü. Borsa işlevini yüklenmesi, ürünlerin fiyatının burada belirlenmesinden kaynaklanırken; hal işlevi görmesi, tartılıp fiyatı belirlenen ürünlerin toptan satımının buradan yapılmasından kaynaklanıyordu.

İstanbul’da bir çok kapan olmakla beraber, en büyükleri Unkapanı, Yağkapanı ve Balkapanı’ydı. Bu üçünün içinde de en önemlisi, hem yüklendiği misyon açısından hem de tarihi değer olarak Balkapanı’ydı.

Unkapanı bir semt adında yaşıyor şimdi. Yağkapanı, Galata’da bir sokağın adında. Balkapanı’ysa 1500 yıldır kesintisizce ayakta.

En önemli kapan Balkapanı

Balkapanı’nın ticari olarak önemi yakın zamana kadar burada bulunan kantardan kaynaklanıyordu. Öyle ki İstanbul’da ticari faaliyette bulunan bütün tüccarlar kantar ayarlarını bu kantara göre yapıyorlardı. Tarihi olarak önemiyse Balkapanı’nın üzerinde yükseldiği mahzenden kaynaklanıyor. Çünkü bu mahzen bir Bizans mahzeni ve yapım yılı olarak  500’lü yıllar ifade ediliyor.

Ne zaman yaptırıldığı tam olarak kestirilemeyen hanın, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığı kesin. Çünkü, Balkapanı’nın gelirleri Ayasofya’ya vakfedilmiş. Vakfiyede Balkapanı için aynı zamanda “Hanı Kadimi Sultani” nitelemesi kullanılmış. Bu niteleme şu açıdan önemli. Fatih devrinde Bizans’tan kalan bütün eserler için “kadim” kelimesi kullanılıyordu. Mimari delilleri bir kenara bırakacak olursak, Balkapanı mahzeninin bir Bizans mirası olduğunun en önemli delillerinden biri de bu.

Han, ortasında geniş bir avlusu bulunan, 2 katlı, klasik bir kervansaray mimarisine sahip ve üstü kubbeyle örtülü 85 odadan oluşuyor. Osmanlı döneminde sadece balın değil, yağ, şeker, balmumu gibi ürünlerin de depolandığı handa, 17. yüzyıldan itibaren Mısırlı tüccarlar kalmaya başlamış. Bizzat Evliya Çelebi “Balkapanı kale gibi bir büyük handır. Mısırlı tüccarlar burada eğleşirler” diyor.

Balkapanı’nın altındaki Bizans Mahzeni

Osmanlı Balkapanı’nı yaparken, burada daha önce bulunan bir Bizans hanının mahzen kalıntıları üzerine yapmış. Bu konuda oldukça pratik düşünmüş Osmanlı. Temeli komple yıkıp, aynı temeli yeniden yapacağına eski temeli olduğu gibi kullanmış. Bizans hanlarının da mimari açıdan Osmanlı hanlarına benzeşimini düşündüğümüzde Osmanlı’nın tercihi oldukça mantıklı görünüyor.

Balkapanı’nın altında bulunan mahzen tuğla kemerli tonozlardan ve sütunlardan ibaret. Mahzen, hanın odalarının altında bulunuyor ve L şeklinde. Yani hanın kare şeklinde olduğunu düşünürsek, odaların yarısının altında mahzen falan yok. Ayrıca, ortadaki avluya denk düşen kısımda da mahzen yok.

Geçen hafta bir grup arkadaşla, mahzende dolaşırken sütun üzerlerine, Bizans’a dair her hangi bir detay var mı diye baktık ama herhangi bir iz göremedik. Bu mahzenden Ayasofya’ya bir yeraltı yolunun uzandığı, yaygın rivayetler arasında. Biz mahzenin sadece L kısmını gördük. Diğer taraflarına bakamadık. Mahzenin oldukça büyük olduğuna bizim gördüğümüz kısmın mahzenin küçük bir bölümünü oluşturduğuna ne söyleyeyim adım gibi eminim. Çünkü Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde mahzen, Binbirdirek Sarnıcı’nın eşi olarak anlatılıyor.Unutmadan ekleyeyim. Balkapanı’nın girişinde, bir çay ocağı var. Ocağın bir çayını içmeden hana girmeyiniz derim.

Alttaki fotoğraflar, Balkapanı’nda bulunan üstü kubbeyle örtülü odalara ve o odaların altında bulunan Bizans mahzenine ait.

Balkapanı

Bizans mahzeni balkapanı

Not: Balkapanı, Tahtakale’de bulunuyor. Hasırcılar Sokağında.

İstanbul’un işgali sırasında işgalcilerin İstanbul’da kullandıkları 10 tarihi bina

$
0
0

ASSSS

İtilaf Devletleri’ne ait 73 parça savaş gemisinin İstanbul Limanı’na demirlediği 13 Kasım 1918 de İstanbul’un fiilen işgali başlamıştı. İşgal güçlerinin İstanbul’dan ayrıldığı tarihse 5 yıl sonra olacaktı: Ekim 1923

Patronluğunu İngiltere ve Fransa’nın yaptığı işgal güçleri bu 5 yıl boyunca İstanbul’da  hamamdan otele, kuleden camiye, handan okula  onlarca yapıyı kullandılar.

İşgal güçlerinin, Kuva-yı Milliye’ci direnişçilere işkence yaptıkları bina şimdilerde bir öğretmenevi, karargah olarak kullandıkları binaysa 5 yıldızlı otel oldu.

Mimar Sinan’ın hamamını mahkeme salonu olarak kullandılar, bir camiyiyse ahır olarak.

İşte, İstanbul’da 5 yıl süren işgal boyunca, işgal güçlerinin kullandıkları ve hâlâ aramızda olan 10 tarihi bina.

Hürrem-Sultan-Hamam

Mimar Sinan’ın hamamını mahkeme salonu olarak kullandılar

1556 yılında Hürrem Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Haseki Hürrem Sultan Hamamı, Fransızların işgal ettiği başka bir yapıydı. Fransızlar hamamı mahkeme salonu olarak kullandılar. Burada yargıladıkları Kuvayi Milliye direnişçilerinden suçlu bulunanlar muhtemelen  Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilmişlerdi.

c

Reşadiye Camisi’ni ahır olarak kullandılar

Bakırköy’de bulunan ve Sultan Reşad tarafından 1914-1918 yılları arasında yaptırılan Reşadiye Kışlası’nın adını kışladan alan bir de camisi vardı. İşgal döneminde Fransızlar Reşadiye Kışlası’nı işgal ettiklerinde bu camiyi de ahır olarak kullandılar. Reşadiye Kışlası daha sonra Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne çevrildi. Bu cami de hastanenin içinde olup şuan hala mevcut ve Akıl Hastanesi Cami olarak biliniyor.

rrr

Fransızların Sirkeci’deki karargahı bir mektepti

Gülhane’de, Alay Köşkü’nün tam karşısında bulunan, birara Devlet Güvenlik Mahkemesi şimdilerde Çocuk Mahkemesi olarak kullanılan bina, 1870’li yıllarda askeri rüştiye olarak yapılmıştı. Soğukçeşme Rüştiyesi Osmanlı subaylarının yetişmesinde önemli bir rol oynamış, İstanbul’un sayılı askeri rüştiyelerinden biri olmuştu. Fransızlar, işgal zamanı askeri rüştiyeye el koydular ve Sirkeci karargahı olarak kullanmaya başladılar. Franszıların Sirkeci’deki iki üssünden biriydi Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi. Bir diğeri şuan 5 yıldızlı otel olarak kullanılıyor.

a

Şimdinin 5 yıldızlı oteli işgalci Fransızların kışlasıydı

Şu an Legacy Ottaman adıyla lüks bir otel olarak kullanılan bina Fransız işgal kuvvetlerinin kışlası olarak kullanılmıştı. 4. Vakıf Han adını taşıyan bina Mimar Kemallettin tarafından 1911 yılında tasarlanmış 1912 yılında yapılmaya başlanmıştı. Araya Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı girince binanın yapımı ertelenmişti. Fransızlar İstanbul’u işgal ettiklerinde 7 katlı, 148 ofisli bu görkemli binanın bir bölümünün henüz inşaat halinde olmasına bakmamış, el koyup “Caserne Victor” tabelasını asarak kışla olarak kullanmaya başlamışlardı.

eeee

İşkence merkezinden Beyoğlu Öğretmenevi’ne

Şu an bir bölümü Beyoğlu Öğretmenevi olarak bir bölümü de Akşam Sanat Okulu olarak kullanılan bina işgal döneminde Grand Hotel Kroeger adıyla hizmet veriyordu. İngilizler Hotel Kroeger’i işgal edip, İngiliz polisinin ve istihbaratının genel merkezi yapmıştı. Otelin bodrumundaki odalar işkence odaları olarak kullanılmış, işgale karşı gelen yüzlerce Kuva-yı Milliye direnişçisine bu odalarda  işkence yapılmıştı.

f

İşgalci İngilizlerin İstanbul’daki gözü: Galata Kulesi

5 yıllık işgal süresi boyunca Galata Kulesi İngilizlerin kontrolü altındaydı ve kulenin tepesinde İngiliz bayrağı dalgalanıyordu. İngiliz askerleri dürbünlerle kenti buradan dikizliyor, elde ettikleri bilgileri komuta merkezlerine ulaştırıyorlardı.

 

serkldoryan

 İşgalcilerin İstiklal’deki eğlence adresi

İstiklal Caddesi ya da o dönem kullanılan adıyla Grand Rue Pera günümüzde olduğu gibi sosyal yaşantının ve eğlencenin merkeziydi. Caddenin en lüks eğlence mekanlarından olan Serkldoryan sadece  Osmanlı’nın üst düzey bürokratları ve diplomatik çevrelerin girebildiği ultra-lüks bir mekandı. İşgal güçlerinin kodaman subayları şu an restorasyon halinde bulunan, Demirören binasından hemen sonra gelen ve Emek Pasajı olarak adlandırılan bu binada eğlendi. Poker oynadı.

d

İşgal güçlerinin ana karargahından müzeye

işgal kuvvetleri onbinlerce askeriyle İstanbul’daki onlarca binayı karakol, karargah, lojman, cezaevi, mahkeme salonu gibi amaçlarla kullanmışlardı. Ama tüm işgal güçlerinin ana karargahı olarak şua an askeri Müze olarak kullanılan Harbiye Mektebi Binası’nı kullanmışlardı. Tüm işgal 5 yıl boyunca buradan yönetilmişti.

 

b

İşgalcilerin gösteri, tören ve maç oynama  meydanı: Taksim

Taksim Meydanı’nı Talimhane Meydanı’yla birlikte bandolu yürüyüşlerini, törenlerini yaptığı, futboldan poloya maç oynandıkları bir meydan olarak kullanmışlardı. Şu an Cumhuriyet Anıtı’nın bulunduğu yerde işgal güçlerinin tankları nöbet bekliyordu. Ve meydanda görünen her yer tanklarla çevriliydi.

sultanahmet-cezaevi-1

Kuva-yı Milliye’cilerin hapsedildiği cezaevi: Sultanahmet Cezaevi

Şu an İstanbul’un en şık ve en pahalı otellerinden biri olan ve 1996’da açılışı yapılan Four Seasons Hotel‘i bir zamanlar Sultanahmet Cezaevi‘ydi.

1918 yılında “Dersaadet Cinayet Tevkifhanesi” adıyla yapılan cezaevi 1969 yılına kadar cezaevi olarak kullanıldı ve bu sürede Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Vedat Türkali, Çetin Altan, Orhan Kemal gibi bir çok ünlü ismi ‘ağırladı’. 12 Eylül’de ülke dev bir hapishaneye dönüşünce yeniden cezaevi olarak kullanılmaya başlandı ve birçok kişi burada hapis yattı, işkence gördü.

İşgal kuvvetleri halini hareketini beğenmedikleri, Anadolu’daki direnişle bağlantılı gördükleri Kuva-yı Milliye mensuplarını bu cezaevine tıkmışlardı.

Cadde’ye komşu bir müze: Kazım Karabekir Paşa Müzesi

$
0
0

Milli Mücadele’nin kahramanlarından olan Karabekir Paşa’ya yapılan haksızlıkları biliyoruz. Haksızlıklar o raddeye varmıştı ki, neredeyse idam bile edilecekti. O, Cumhuriyet’e hiç bir zaman düşmanlık beslemedi. Hilafetçi falan da değildi. Sadece Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal merkezli anlatılmasına itiraz etti. Her şey öyle Nutuk’ta yazılanlar gibi değildir dedi. Bunun için 15 ciltten oluşan 10 bin sayfalık bir kitap bile kaleme aldı. Yaşananları tek tek anlattı. Kitapları toplatıldı, yakıldı. Kitaplarının çoğunu bu köşkte kaleme almıştı.

Paşa’nın Erenköy’deki köşkünü ziyaret, onu anlamak için önemli. O, milli mücadelede de bir kahramandı Cumhuriyet kurulduktan sonra da.

Paşa’nın müze evini ziyaret

Bir çok müze bana ilaçlanıp şişenin içinde muhafaza edilen yılanı hatırlatır. “Aaa” dersiniz ne kadar da ilginçmiş. Yılanla ilgili bir kaç da bilgi öğrenirsiniz. Kısa günün kârı, hepi topu elde ettiğiniz bilgi bu kadarcık bir şeydir işte.

Oysa müze evler öyle mi? İçinde hayat vardır. Her köşesinde bir hikaye saklıdır. Kapıdan ilk girdiğinizde esir alır sizi. Meraklandırır. Şimdi öylece duran eşyaları, birileri bir vakit tam da olduğu yerde kullanmıştır. Ve olduğu yerde bırakmıştır.

Kazım Karabekir Paşa Müzesi böyle bir ev işte.

Milli Mücadelenin kahramanlarından olan, Kazım Karabekir uzun yıllar Erenköy’de, Bağdat Caddesi’ne komşu olan bu evde yaşadı.

Kazım Karabekir ile Atatürk Kurtuluş Savaşı boyunca dava yoldaşıydı. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu durum aksi yönde değişti. Paşa, Atatürk’e karşı yapılan suikast girişimiyle bağlantılı olarak gösterilip neredeyse idam bile edilecekti.

Karabekir Paşa Kurtuluş Savaşı’nın Atatürk eksenli anlatılmasına itiraz etti. Nutuk’un Kurtuluş Savaşı’nın tek ana kaynağı olarak gösterilmesini kabul etmedi. İstiklal Harbimizin Esasları adlı kitabını bu sebeple kaleme aldı. Kitap bir kaç bin adet basıldı ama sonrasında toplanarak yakıldı. Ama kitapların bir kaç kopyası Karabekir Paşa’da bulunuyordu. Bunun üzerine Erenköy’de yaşadığı bu ev polislerce basıldı. Ev didik didik arandı. Kitaplar bulunamadı. Kitaplar ancak 1951 yılında yayınlanabilmişti.

Paşa, uzun yıllar siyasetten uzak durdu. Erenköy’de köşesine çekilip yazacağı kitaplara adadı kendini. 15 ciltten oluşan 10 bin sayfalık bir kitaptan bahsediyoruz. Kitaplarının çoğunu bu köşkte kaleme aldı.

Köşkün hikayesi: Zürafalı Köşk’ten Perili Köşk’e

Köşkün hikayesi 1800 lü yılların sonlarında başlıyor.

Sultan 2. Abdülhamit’in eğitim bakanı olan Antepli Münif Tahir Paşa, İtalyan mimar ve heykeltıraş Rozette’den bir köşk yapmasını ister. Mevki olarak da Erenköy’ü gösterir. İki katlı ve ahşap olarak yapılan köşkün bahçesine bir süre sonra 5-6 metre boyunda devasa bir zürafa heykeli eklenir. Halk bu heykelden dolayı köşke Zürafalı Köşk der. Bu heykel o kadar ilgi çeker ki Erenköy İstasyonu’nda duran yolcular trenin pencerelerine gelir heykeli seyrederler. Hatta etkisi on yılları da aşar. Sunay Akın’ın kuruduğu Oyuncak Müzesi’nin girişindeki zürafa heykeli ilhamını bu heykelden almıştır.

Ne yazık ki Antepli Münif Tahir Paşa’ya bu güzel köşkte oturmak hemen hemen hiç nasip olmamış. Köşk, 1. Dünya Savaşı’nda hastane olarak kullanılmış. Yukarıdaki fotoğraf bu dönemden kalan bir hatıradır.

Savaş sonrasında bir ara okul olarak kullanılan köşk, sonrasında harap olur. Camı, çerçevesi kalmaz. Fırtınalı günlerde zürafa heykeli çevresine insanları tedirgin eden bir uğultu yaymaya başlar.

Uğultu. Ve camı, çerçevesi kalmamış harap bir ev. Alın size Perili Köşk!

Zürafa heykeline ne oldu?

Kazım Karabekir 1929 yılında köşkü almaya karar verir. Paşa’ya komşuları “O köşkü almayın paşam, o köşk perilidir” diye telkin etseler de Paşa hiç o taraflı olmaz. Hurafeleri sevmez çünkü.

Paşa, bir müddet sonra zürafa heykelini kaldırtır. Nedeni hiç de tahmin edilemeyecek cinstendir. Henüz üç yaşında ikiz kızı vardır Paşa’nın. Anlaşılan ne olur ne olmaz, üstlerine düşebilir ya da çıkmak isteyip kendilerini yaralayabilirler diye düşünür.

Paşa’nın Perili Köşk’lü yılları

Kazım Karabekir 1929 ile 1939 yılları arasında kesintisiz bu köşkte konaklamıştır. Kimi kitaplarını burada kaleme almıştır. 1939 yılında İstanbul milletvekili olarak seçilip Ankara’ya taşınınca köşkü, yaz tatillerini geçirdiği bir mekan olarak kullanır.

Paşa’nın 1948 de vefatından sonra bir süre ailesi tarafından kullanılan köşk, 2005 yılında müzeye dönüştürülür.

Müze ev

Müzede Kazım Karabekir ve ailesine ait kişisel eşyalar ve dokümanlar sergileniyor. Çalışma odası, 3 bin kitaptan oluşan kütüphanesi, savaşlarda kullandığı eşyalar özellikle ilgi çekici. Bu eşyalara bakarak Kazım Karabekir’i daha yakından tanıyabiliyoruz. O artık bizim için kitaplarda okuduğumuz bir takım bölük pörçük bilgilerin dışına çıkıyor, hissedebildiğimiz bir kahraman haline dönüşüyor. O, milli mücadelede de bir kahramandı Cumhuriyet kurulduktan sonra da. Onu daha iyi anlıyoruz.

Tüm bunlara rağmen müzenin pek bilinmemesi, pek sık ziyaret edilmemesi başlı başına bir trajedi. Zira her ay müzeyi binlerin, on binlerin ziyaret etmesi gerekiyor. Ziyaretçi sayısı ise bu rakamların çok çok uzağında. Son olarak müze görevlisiyle yaptığım bir diyaloğu aktarayım.

-Müzeyi ayda kaç kişi ziyaret ediyor?
-Civar okullardan biraz katılım oluyor?
-Okulları bir kenara koyarsak, bizim gibi bir kaç kişilik gruplar halinde kaç kişi geliyor?
-Aylık 100- 150.


İstanbul Tarih ve Kültür Yarışması yayında (Android uygulama)

$
0
0

Geliştirdiğim İstanbul Tarih ve Kültür Yarışması adını taşıyan android uygulama Google Play Store’da yayında.

Uygulama Tarihi Yarımada, Boğaziçi, Asya Yakası, Avrupa Yakası, Adalar ve Müzeler kategorilerinden oluşuyor. Amaç hem İstanbul’a dair bilgilerimizi sınamak hem de İstanbul’un tarihi ve kültürel değerlerinin eğlenceli bir şekilde tanıtımını sağlamaktır.

Uygulamayı indirebileceğiniz link: https://play.google.com/store/apps/details?id=com.istanbultarihvekulturyarismasi&hl=tr

 

İstanbul’un süper belediye başkanı: Ali Haydar Bey

$
0
0

Cumhuriyet dönemi İstanbul’un ilk belediye başkanı ve ilk valisi. Mart 1923 ten Haziran 1924 e kadar süren belediye başkanlığı görevine çok şey sığdırdı. Günümüzde belediyelerin kullandığı çoğu uygulamanın temeli onun 14 aylık bu kısacık döneminde atıldı.  İstanbul belediyecilik tarihinde bir çok ilke imza attı. Bu yüzden “İstanbul’un süper belediye başkanı” olarak anıldı.

Belediyecilik uygulamaları o kadar beğenilmişti ki, 8 Haziran 1924 te henüz yeni kurulmakta olan Ankara’ya belediye başkanlığına tayin edildi. Ankara’yı o imar edecek, o düzenleyecekti. Ne de olsa devletin gözde şehri Ankara’ydı artık.

Gelin şimdi İstanbul’un bu süper belediye başkanını yakından tanıyalım.

Babası gibi bir memur: Mülkiyeli

Ali Haydar Bey 1879’da İzmir’de doğdu. Babası İzmir gümrüğünde görevli bir memurdu. Osmanlı Devleti’ne idareciler yetiştiren Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra Ege’de bazı idarecilik görevlerinde bulundu. Seferihisar ve Milas kaymakamlıkları bunlardan bazılarıdır. Bu sırada çok sayıda okul yaptırmıştır.

Sivas’a 35 okul yaptırdı

Başarılı kaymakamlık görevlerinden sonra Bolu Sancağı’na mutasarrıf olarak atandı. Bolu, milli mücadele sırasında İstanbul’la Ankara arasında iletişim ve ulaşım açışından oldukça kritik bir bölgeydi. Ali Haydar Bey bu sırada konumunu da tehlikeye atarak Ankara Hükümeti’nden yana tavır almıştı. Onun bu tercihi kaderini de belirlemiştir. Zira, 1921 yılında milli mücadelenin sembol merkezlerinden olan Sivas’a vali olarak atanmıştır. Burada görev yaptığı 1,5 yıllık zaman diliminde 35 okul yaptırmış, kilometrelerce yol açtırmıştır.

İstanbul’un hem valisi hem belediye başkanı

Ali Haydar Bey 12 Mart 1923 te İstanbul valiliğine getirildi. Yaklaşık üç ay sonra da belediye başkanlığını vekaleten yürütmeye başladı. 1957 yılına kadar bu tarz ikili görevlendirmeler devam etmiş, İstanbul’un valisi aynı zamanda belediye başkanı olmuştur. Bu uygulama ilk Ali Haydar Bey döneminde başlamıştır.

Ali Haydar Bey İstanbul valisi ve belediye başkanlığı görevini 8 Haziran 1924 te Ankara Belediye Başkanlığı’na atanana kadar sürdürdü. Bu 1,5 yıllık görev hayatında İstanbul’da bir çok ilke imza attı. Gerçekleştirdiği uygulamalar belediyecilik tarihimize de yöne vermiştir. İşte onlar:

İstanbul’un ilk mezbahası 

20. yüzyıl başlarına kadar İstanbul’da her kasap dükkanı aynı zamanda mezbahaydı. Bu dükkanlarda kesilen hayvanların kanları ve sakatatları şehrin içine dağılıp pis kokulara neden oluyor, halk sağlığını tehdit ediyordu. Bu durumu önlemek için Haliç kıyısında yer alan Sütlüce’ye 1919 yılında modern bir mezbaha yapımına başlanmıştı. Bu mezbaha onun döneminde tamamlanmıştır.

İlk et buzhanesi

Mezbahada kesilen etlerin depolanması şarttı. Bunun için buza gereksinim duyuluyordu. O dönemler kentteki buz ihtiyacı Şişli’deki Bomonti Bira Fabrikası’nın tekelindeydi. Buz bu fabrikadan alınırsa epey maliyetli oluyordu. Bunun için Sütlüce Mezbahası’nın yanına bir buzhane yaptırdı. Böylece bu tekeli kırdı. Hem eti daha ucuz bir rakama depolamış oldu hem de ihtiyacı olan halka ucuz bir bedel karşılığı buz sağladı.

Halka ilk ucuz et mağazası

Günümüz İstanbul’unda Et ve Balık Kurumu’nun çeşitli ilçelerde bulunan mağazalarında halka ucuz et satışı yapılıyor. Bu uygulamayı ilk gerçekleştiren de Ali Haydar Bey’dir. Halkın ucuz et yemesi için şehrin belli bölgelerinde belediyeye bağlı kasap dükkanları açtırmış, mezbahada kesilen etlerin bir kısmını bu dükkanlar aracılığıyla uygun fiyata halka ulaştırmıştır.

İlk Halk Ekmek

Halk Ekmek’i hepimiz biliyoruz. Halka ucuz ekmek sunan belediyeye bağlı büfelerdir. Bu uygulamayı da ilk gerçekleştiren Ali Haydar Bey’dir.

Ali Haydar Bey, ilkin o dönem atıl halde bulunan Unkapanı’ndaki değirmeni belediye adına kiralamıştır. Nişantaşı’nda açtırdığı ekmek fabrikasında burada öğüttükleri unu kullanarak, kentin çeşitli yerlerine açtıkları büfeler aracılığıyla halkın ucuz ekmek almasını sağlamıştır.

Halka ucuz odun ucuz kömür

Halk tarafından sevilen Ali Haydar Bey, esnaf tarafından pek sevilmiyordu. Özellikle kasaplar, fırıncılar ve yakacak esnafı tarafından. Yine halkın özellikle kış mevsiminde artan yakacak ihtiyacını ucuz yollu temini için sahil kesimlere odun-kömür depoları kurdurmuştu. Gemilerle buraya indirilen odun ve kömürler bu depolar aracılığıyla ucuz yoldan halka ulaştırılıyordu.

Belediyeye ait ilk matbaa

Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin matbu işlerini karşılayan bir birimi var. Özellikle tanıtım işlerini belediye bünyesinde faaliyet gösteren Kültür Aş. karşılıyor.

Ali Haydar Bey’e kadar belediye, evrak ihtiyacını dışarıdan satın alarak karşılıyordu. Bu da ciddi rakamlar tutuyordu. Ali Haydar Bey bu masrafı azaltabilmek adına belediyeye ait bir matbaa kurdurmuş, evrak ve tanıtım işlerini bu matbaa üzerinden gerçekleştirmiştir.

Halk sağlığı için kimyahane

Ali Haydar Bey’in İstanbul için halk için yaptıkları bunlarla sınırlı değil. Bugün Fatih’teki eski belediye binası ile itfaiye binasının karşı köşesine denk düşen yerde bir kimyahane kurdurmuştur. Bu kimyahane İstanbul’da halk sağlığı ve gıda sağlığını koruyan en önemli kurumdu. Özel sektör de ücreti mukabilinde bu hizmetten yararlanabiliyordu.

Ali Haydar Bey 18 Eylül 1937 de kalp yetmezliğinden vefat etmiştir. Mezarı Edirnekapı’dadır.

 

4. Levent mozaik panoları

$
0
0

Bugün Levent semtindeydim. Amacım İstanbul’da örnek şehirleşmenin bir numunesi olarak doğan Levent semtinin 1’den 4’e hikayesini kaleme almaktı. Yazı hazırlanıyor. Yakında.

4. Levent semti, konutları kadar konutların ön ve arka cephelerini süsleyen mozaik panolarıyla da meşhur. Dönemin usta isimleri olan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Ercüment Kalmık ve Eren Eyüboğlu tarafından yapılan bu panolar Cumhuriyet sonrası İstanbul’un kamusal alandaki ilk sanat örneklerini oluşturuyor. Bu açıdan son derece önemliler ve yakın zamanda restore edildiler. Aşağıda bu panolardan bazılarının restorasyon sonrası fotoğrafları var.

10 adımda bir semtin hikayesi: Levent

$
0
0

İstanbul metropolü denince akla gelen ilk yerlerden biri Levent’tir. Levent, bir tasarım-kenttir. İstanbul’da modern bir altyapıya sahip, çağdaş bir yaşam alanı olarak tasarlanmıştır. Bir anlamda çağın, İstanbul’a dokunduğu eldir. Bir prototiptir. Bu sebeple özgün bir tarihi vardır.

Memur, öğretmen, esnaf gibi orta gelirli yurttaşlar için modern düzenlemeye sahip bir yaşam alanı olarak kurgulanan  Levent, sonrasında sinema, sanat ve edebiyat çevresinin ünlü simalarının burayı tercih etmesiyle ünlüleriyle ünlü bir semt oldu. Zeki Müren, Reşat Nuri Güntekin, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray bunlardan bazıları.

Levent semtinin hikayesi, İstanbul’daki bir çok yer gibi bir çiftlik olmakla başlar.

1) Cezayirli Gazi Hasanpaşa’nın çiftliği

Büyükdere Caddesi üzerinde, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın tam karşısında bulunup Maslak’a, Belgrad Ormanları’na doğru uzanan bölge, 1700’lü yıllarda üzerinde yerleşim bulunmayan ıssız bir bölgeydi.

İşte bu bölge, Sultan 1. Abdülhamit döneminde 1770-79 yılları arasında kaptanıderyalık yapan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın idaresine verilince Levent’te tarihe merhaba demiş oldu.

Paşa, bu bölgeye bahçeler, kasırlar, binalar inşa ettirdi. Kendisine bağlı bir grup leventi de bölgenin güvenliğini sağlamak için yine buraya yerleştirdi. Leventler Osmanlı’da denizci askerlerdir. Ama aynı zamanda taşrada valilerin yanlarında bulundurdukları adamlara da levent denir. Buradaki leventler paşaya bağlı leventlerdir.

Bu leventlerden dolayı, bölge Levent Çiftliği olarak anılmaya başlandı.

(Cezayirli Gazi Hasan Paşa)

2) Çiftlikten kışlaya

Sultan 3. Selim’in orduyu modernleştirmek için yeniçerilere alternatif bir ordu kurma çabasını hepimiz biliyoruz. İşte Sultan, yeni kuracağı orduya kışla için Levent Çiftliği’ni belirlemiştir. Burayı belirlemesinin nedeni, çiftliğin İstanbul’dan uzak olması özellikle de yeniçerilere uzak olmasıdır. Malum, Nizamı Cedit (Yeni Düzen) adı verilen bu yeni ordunun ileride yeniçerilerin yerine geçmesi planlanıyordu.

Çiftlik, Nizamı Cedit’in kurulduğu yıl olan 1792’de kışla olarak yeniden düzenlendi ve faaliyete geçti. Aynı zamanda kışla civarında askerin silah ihtiyacını karşılamak için tüfek ve kasatura fabrikaları kuruldu. Levent Çiftliği böylece Levent Kışlası olarak anılmaya başlandı.

(Nizamı Cedit geçit töreni)

3) Bir seyyahın gözünden Levent Kışlası

1792-98 yılları arasında Fransa’nın gönderdiği bir heyetin başkanlığını yapan ve uzun bir süre İstanbul’da kalan Dr. Oliver Levent Kışlası’nı ziyaret etmişti. Oliver’e göre bölgede son derece güzel bahçeler ve bakımlı büyük binalar vardı. Kışlada ise 1200 askerden kurulu bir piyade kıtasıyla, topçu ve süvari topçularından oluşan 4 bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu.

(Levent Kışlası’na dair eski bir gravür)

4) Yeniçeriler Levent Kışlası’nı yakıp yıkıyor

Dr. Oliver’in bu gözlemleri 1798 yılına aitti. Nizamı Cedit Ordusu zamanla daha da güçlenmiş 27 bin askerden oluşan bir kuvvet haline gelmişti.

1807 de gerçekleşen Kabakçı Mustafa İsyanı sonrası yeniçeriler Sultan 3. Selim’i tahttan indirirdiler. Bir yıl sonra da katlettiler. Ve Nizamı Cedit Ordusu’na ait İstanbul’da ne varsa yakıp yıktılar. Tahmin edebileceğimiz gibi kışlada bu yıkımdan nasibini fazlasıyla aldı.

Sonuç olarak 1940 lı yıllara kadar kışlanın bulunduğu alan, yer yer tarım yapılan boş bir arazi olarak kaldı.

5) Kışla alanı örnek bir kentleşme modeli olarak kullanılıyor

Emlak Bankası 1947 yılında kışla arazisi üzerine bir kısmı tek bir kısmı çift katlı ve bahçe içinde olan 400 konutun temellerini attı. Amaç, İstanbul içinde bilhassa orta gelirli yurttaşların yaşayacağı, modern altyapıya sahip bir yaşam alanı oluşturmaktı. Buna uygun olarak semt içinde çarşı, okul, cami, sağlık ocağı gibi yapı ve alanlar oluşturuldu.

6) Levent’ler çoğalıyor

Ortalama maaşın 500 lira civarında seyrettiği bir devirde tek katlı, bahçeli bir konutun 14 bin lira civarında olması konutlara olan talebi arttırmıştı. Talep yoğun olunca da 1950 lilerin başlarında Maslak tarafına doğru 2. 3. ve 4. Levent binaları inşa edilmeye başlandı. 2. ve 3. Levent binaları daha çok villa tipinde olmasına rağmen yine de orta gelirli grubu hedeflemekteydi. Havuzlu villaların yanında çok katlı apartmanlarıyla dikkat çeken 4. Levent binaları, 1960’tan itibaren sahiplerine teslim edilmeye başlandı.

(Bir 4. Levent apartmanı)

7) Cumhuriyet sonrası İstanbul’un kamusal alandaki ilk sanat örnekleri

4. Levent binaları diğer Levent binalarından apartman tarzıyla ve cephelerini süsleyen mozaik panolarla ayrılır. Binaları süslemek amacıyla dönemin usta isimleri Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Ercüment Kalmık ve Eren Eyüboğlu tarafından yapılan bu mozaik panolar, Cumhuriyet sonrası İstanbul’un kamusal alandaki ilk sanat örneklerini oluştururlar. Binaların yola bakan ön ve arka cephelerini süsleyen bu mozaikleri hala görmek mümkündür.

8) Ünlüleriyle ünlü semt

Levent’ten Levent’e ikamet eden kişilerin profili değişiyordu.

1. Levent’te daha çok orta gelirli memur, subay, öğretmen, yazar ve esnaflar otururken  daha lüks ve pahalı olan, havuzlu villalara sahip 2. 3. ve 4. Levent’te üst gelirliler oturuyordu.

Mesela 1. Levent’te Türkolog Ahmet Caferoğlu, Nimet Çalapala, Şukûfe Nihal, Reşat Nuri Güntekin ikamet ediyordu. Reşat Nuri’nin oturduğu sokağın adı bugün Çalıkuşu Sokağı’dır.

Cüneyt Arkın, Türkan Şoray gibi Türk sinemasının efsane isimleri 3. Levent’ti tercih ediyorken, Türk sanat müziğinin klasik ismi Zeki Müren ise 4. Levent’i tercih ediyordu.

9) Levent Çarşısı

Levent komple bir yaşam alanı olarak tasarlandığı için iki katlı dükkanlara sahip bir çarşısı da bulunur. Büyükdere Caddesi’nden Levent’e giriş olan Çarşı Caddesi adını bu kullanımından alır.

Bu dükkanlardan birinde Aziz Nesin, semtin ilk kitap dükkanını açmıştı. Kitap satışıyla geçinemeyeceğini anlayınca da dükkanı gazete bayisine dönüştürmüştü.

10) Günümüzde Levent

Levent, bir müze-kent olarak yaşamalıydı. Çünkü İstanbul’da örnek şehirleşmenin bir numunesi olarak doğmuştu. Ne yazık ki bir çok iyi şey gibi bu da olmamıştır. Özellikle 1990 lardan sonra bölgede yaşanan baş döndürücü değişim Levent’in kaderini belirlemiştir.

2. Köprü bağlantı yolunun ve önemli iş merkezlerine ulaşan Maslak güzergahının buradan geçmesi, gökdelenlerin inşa edilmesi Levent’i bir rant bölgesi haline getirmiştir. Sonuç olarak semt bu durumdan fazlasıyla etkilenmiş, 700 Levent evinin 210’u iş yerine dönüştürülmüştür.

Levent nasıl gezilir?

Levent gezinize baştan başlamanız lazım yani 1. Levent’ten. Bunun için Büyükdere Caddesi üzerinde bulunan Levent durağında inmeli, Levent’in girişini oluşturan Çarşı Caddesi boyunca yürümelisiniz. Cadde sizi Levent Çarşı Meydanı’na ulaştıracak. Çevresinde yeme-içme mekanlarının bulunduğu meydanın ortasında Gelecek İçin Elele adlı bir heykel bulunur. Meydanın üst tarafında bir zamanlar Reşat Nuri Güntekin’in ikamet ettiği Çalıkuşu Sokağı’na girin. Sokak boyunca yürüyün. Sonrasında belli bir rotayı takip etmeden sokaklarda kaybolabilirsiniz.

1. Levent’te bazı binalar ilk yapıldığı gibiler. Bu binalara özellikle dikkat etmeniz tavsiye edilir. Çoğu binada ne yazık ki ilk yapıldığı gibi değil. Bir takım ajanslar, mağazalar tarafından kullanılıyorlar.

Sonrasında istikametiniz 4. Levent olmalı. 2. ve 3. Levent’ler yüksek duvarlar ardına saklanmış havuzlu villa tipinde olduğu için oraları gezmeseniz de olur.

4. Levent’teki gezinizde apartmanların yola bakan ön ve arka cephelerindeki mozaik panolara özellikle dikkat edin. Yaklaşık 20 taneler.

İstanbul’dan cehennem hikayeleri

$
0
0

İstanbul’un yangınları, dünyada bir benzerine az rastlanan dramlar yaratmıştır. Tarih, bu amansız düşmana “ejderha” adını veriyor.

İstanbul’da cehennemler yaratan bu ejderha yedi başlı değil, bazen ateşler saçan yirmi yedi başlıdır. 1500 lerin başlarından 1900 lü yılların ortalarına kadar yaklaşık 40 kez sahneye çıkan bu ejderha, İstanbul’un yarısını yakıp yok etmiş ardında binlerce evsiz, yüzlerce ölü beden beden bırakmıştır.

Her yangın her yerde muhakkak bir trajedi yaratır. Ama İstanbul’da konakların ahşap yapılması, üstelik bu konakların cadde ve sokaklarda sıkış tepiş yan yana olması yaşanan trajediyi yüzlerle binlerle çarpmış, ardında yüzlerce binlerce trajik hikaye bırakmıştır.

Tarih boyunca İstanbul’da gerçekleşen yangınlardan; yer yer kulağa küpe olacak, yer yer içimizi acıtacak 7 hikaye.

Kızıl Bayram

Yangınların ekseriyetle çıktığı yer Cibali’ydi. Öyle ki Cibali’ye bu yüzden “Uğursuz Cibali” bile denmişti. 1780 de çıkan yangın Cibali’de çıkan yedinci büyük yangındı ve İstanbul’un neredeyse yarısını yakıp kül etmişti.

Ramazan ayının on üçünde bir perşembe günü  Mavnacı Ali adlı bir kayıkçının evinde çıkan yangın, kısa zamanda Aşıkpaşa’ya ulaşmış buradan iki kola ayrılmıştı. Kollardan biri Fener’e diğeri Küçükmustafapaşa ve Fatih Camisi’ne kadar ilerlemişti. Fatih Türbesi’nin de ciddi zararlar gördüğü ve 36 saat süren yangında Saraçhane, Atpazarı, Unkapanı, Zeyrek komple yanmıştı.

1780 yılının Ramazan Bayramı, İstanbul’un fethinden sonra yaşanan bayramların en neşesizi oldu ve Kızıl Bayram olarak tarihe geçti.

Bu uğurda ölenler şehit olacak

Osmanlı’nın türbeye verdiği değeri biliyoruz. Günümüze kalmış bazı türbeler var ki insanlar canları pahasına korumuşlardır. Unkapanı’nda bulunan Horoz Dede Türbesi ve Yavuz Er Sinan’ın mezarı bunlardan biridir.

1734 de Mustafa Ağa adlı zengin birinin evinde başlayıp tüm Unkapanı’nı saran yangında, Horoz Dede Türbesi ve Yavuz Er Sinan’ın mezar taşları ateşin ortasında kalmıştı. Her ikisi de İstanbul’un fethinde bulunmuş kişilerdi ve halk katında oldukça önemli isimlerdi.

Hocalar, “bu uğurda ölenler şehit olacak” diyerek türbenin ve mezarın korunması yönünde halkı yönlendirdiler. Sonuçta, yangında evleri yananlar, türbe ve mezarı korudular. Bugün bu türbe ve mezarı hala Unkapanı’nda görebiliyorsak onların azmi ve bilinci sayesindedir.

Ateşe atılan Rum meyhaneci

1746 da bir meyhanecinin dükkanında başlayan Samatya Yangını’nda yüzlerce ahşap konak kül olmuştu. Bu yangında, yangına bir şekilde maruz kalan herkes ağır bedeller ödedi ama en ağırını Rum meyhaneci ödemişti.

Yangını duyunca hemen Samatya’ya gelen devrin yeniçeri ağası, yangının nereden başladığını sormuştu. Rum meyhanecinin dükkanında başladığını öğrenince, meyhanecinin hemen aranıp bulunmasını emretmişti. Yeniçeriler arayıp tarayıp korkudan tir tir titreyen meyhaneciyi bulmuşlardı. Meyhaneciyi sakinleştirmek için “Seni bizim ağamız çağırdı, sana yeni bir meyhane kurdurtacak” demişlerdi. Biraz sakinleşen meyhaneci ağanın huzura çıkmış, Ağa, yanıp kül olmuş evleri göstererek ” Bre mel’un. Bu felaketin sebebi kim?” diye sormuştu. Meyhaneci “ağam, paşam” diye kendini savunmaya çalışmıştı ama nafileydi. Ağa, “Sus yezit. Söylemeye ne hak ararsın” demiş ve eklemişti. “Atın şunu ateşe!”

Meyhaneci yanan bir evin önünden geçerken, halk da galeyena gelmişti. “Ulan yezit, mel’un. Günahından mahalle yanıyor. Tiz ateşe gir.”

Yeniçeriler meyhaneyi ateşe girmeye zorlarlamışlar ama meyhaneci haliyle girmemek için direnmişti. Fakat adamcağızın vücudu onu ateşe zorlayan yeniçeri mızraklarının ucuyla kan revan içinde kalmıştı. Dram, bir yeniçerinin meyhaneciyi belinden kavrayarak ateşe atmasıyla son buldu.

Camide yanan çoban

18. yüzyılda çobanın biri namazını, Beşiktaş’ta bulunan Abbasağa Camisi’nde kılmak istemişti. Camide o an ondan başka kimse olmadığına göre muhtemelen sabah vaktiydi. Beşiktaş Aşıklar Meydanı’nda Doğramacı Kirkor Efendi diye birinin evinde çıkan yangın kısa zamanda büyümüş Abbasağa Camisi’ni sarmıştı. Çoban, gürültüleri duymuş ama kulak kabartıp namazını terketmemişti. Namazını bitirdiğindeyse iş işten çoktan geçmişti.

44 ev ve 10 dükkanı küle çeviren, tarihe Beşiktaş Yangını olarak geçecek yangının göbeğindeydi. Camide bağırmış, kimseye sesini duyuramayınca caminin birinci kapısına doğru dumanların arasına kendisini fırlatmıştı. Yüzlerce kişinin önünde ateşler arasında yanarak can vermiştir.

Ceride-i Havadis bir hafta çıkmamıştı

Ceride-i Havadis Gazetesi, basın tarihimizin ilk özel gazetesi olarak bilinir. 1840 yılında yayın hayatına başlayan bu gazete bir çok ilki gerçekleştirmiş ilk dış haberler muhabiri, ilk savaş muhabirimiz bu gazete bünyesinde çalışmıştır.

Bir çarşamba gecesi saat beşte başlayan Hocapaşa Yangını’nda, ateş kısa zamanda beş on kola dağılmış, 27 mahalleyi yok etmişti.

Ceride-i Havadis Gazetesi’nin çalışanlarının çoğu, en kibarların oturduğu semt olarak bilinen Hocapaşa’da oturuyordu. Yangında, semtte bulunan evlerinin hepsi yanmıştı. Bu nedenle gazete bir hafta çıkmamıştır.

İlan tarihimizin en güzel ilanı

27 mahalleyi yok eden Hocapaşa yangınında yaralanmış, evleri yanmış, sahiplerini kaybetmiş 70 kedi bir imdat Mahmutpaşa Medresesine sığınmışlardı. İlk etapta kedileri seve seve kabul eden medrese sakinleri, bir zaman sonra bu duruma bir son vermek istediler. Ama kedileri kapı dışarı etmeyi hiç düşünmediler. O vakit yayınlanmakta olan Ceride-i Havadis Gazetesi’ne şöyle bir ilan verdiler. Bu ilan, tarihimizde hayvan sevgisine dair mükemmel bir örnektir.

” Allah bir dahasını gösterip de insanların kalplerini üzüntü ve göz yaşına boğmasın. Geçenlerde alevleri gökyüzünü bulan büyük yangında sahiplerini kaybetmiş  yaralı ve topal yaklaşık 70 kedi medresemize sığınmıştır. Odalarımızda birer ikişer misafir ediyoruz. Fodla yemedikleri için gece gündüz miyavlayarak ciğer istiyorlar. İmaretten alınan pilavlardan da veriyoruz. Ama yine de çoğu aç bilaçtır. Allah saklasın bunlarda  bir kere üreme başlarsa artık biz medreseden çıkıp buraya kedilerin yerleşmesi lazım geleceğinden dolayı; bu civarda evi yanmış olup da kedisini kaybeden veya kedisi olmayıp da kedilere sevgisi olan kişilerin bir kere gelip teftiş ve muayane ederek beğendiği kedileri almaları rica edilir.”

Mahzende boğulan 16 kişi

Eski İstanbul evlerinin bazılarında demir kapılı mahzenler bulunurdu. Yangın sırasında ateşten kaçamayanlar bu mahzene saklanırlar, yangından kurtulurlardı. Bu sefer tam tersi olmuştu.

İstanbul’u kasıp kavuran yangınların en büyüklerinden biri kuşkusuz 1870 de gerçekleşen Büyük Beyoğlu Yangını’ydı. Bir Fransız’ın kiralık oturduğu evde çıkan yangın İstiklal Caddesi, Tarlabaşı ve Taksim civarını komple yakmıştı. Yanan ev sayısı 3 binden fazlaydı.

Ateş Kirkor Efendi adlı birinin evinin civarındayken, evde bulunan 16 kişi yangından kaçamamış, evin mahzenine kendilerini kapatmışlardı.

Ateş, Kirkor Efendi’nin evini yalayarak geçtikten sonra mahzeni açanlar 16 kişinin cesediyle karşılaştılar. Dumandan boğulmuşlardı.

Viewing all 57 articles
Browse latest View live