Quantcast
Channel: birİSTANBULhayali / a dream of Istanbul
Viewing all 57 articles
Browse latest View live

Üsküdar’ın 27 tarihi yalısı

$
0
0

Boğaziçi, Asya ve Avrupa kıyılarını süsleyen yüzlerce yalısıyla adeta bir Yalı Müzesi’dir. Bu müzede yalıların mimari yapılarını, süslemelerini ve yaşanmışlıklarını inceleyerek Osmanlı’nın Boğaziçi kültürünü tanıyabiliriz.

Yalamak fiilinden türeyen “yalı” Boğaziçi’nde bulunan denize sıfır konutlardır. Eğer konutun denizle irtibatı yoksa konut, köşk olarak isimlendirilir. Dolayısıyla bir yapının “yalı” olarak adlandırılabilmesi için, denizin dudağında olması şarttır. Eskiler, bu sebeple yalı için leb-i derya tanımını kullanmışlardır. Yani, denizin dudağında.

Boğaziçi’nde tarihi eser niteliği taşıyan toplam 366 adet tarihi yalı bulunuyor. Bunların 84 ü Üsküdar’dadır. Bu yazı Üsküdar’da bulunan ve özgün kimliğini koruyabilmiş 27 adet tarihi yalıyı konu alıyor.

Yalıların sıralaması, Üsküdar’dan Kandilli’ye uzanan bir rota doğrultusunda verilmiştir. Bu doğrultuda yaptığınız bir vapur seyahatinizde, yalıları tek tek görebilir, Osmanlı’nın yalı mimarisine ve kültürüne tanıklık edebilirsiniz.

Mimarisinden kültürüne, siyaset ve kültür hayatına yön veren simalarından, intiharla sonlanan trajedilerine Üsküdar’ın 27 tarihi yalısı.

Çürüksulu Yalısı

Salacak’ta bulunan yalı 1790 larda Tırnakçızade adlı bir boynuz ve toynak tüccarı tarafından, burada bulunan Bizans saray kalıntıları üzerine yaptırılmış. 19. yüzyılın sonlarında Çürüksulu Ahmet Paşa tarafından satın alınan yalı bu adla biliniyor. 1978 de Üsküdar- Harem sahil yolu yaptırılınca Boğaz’ı tepeden izleyen bu yalının denizle bağlantısı kopmuş oldu.

Baştımar ve Arapzadeler yalıları

Kuzguncuk’ta bulunan bu yalılardan koyu kahverengi olan Baştımar Yalısı, açık kahverengi olan Arapzadeler Yalısı’dır.

Baştımar Ailesi, 2. Abdülhamit döneminin ünlü kumandanlarından olan Gazi Edhem Paşa’nın soyundan gelmektedir. Türkiye Komünist Partisi genel sekreteri Nihat Sargın da bir dönem bu yalıda yaşamıştır.

18. yüzyıldan kalma olan Arapzadeler Yalısı’nın ilk sahibi 1785 de şeyhülislam olan ve birkaç ay sonra vefat eden  Arapzade Ataullah Efendi’dir.

Heykeltraş İhsan Bey Yalısı

Yalının sahibi olan İhsan Bey ilk Türk heykeltraşımızdır. Yalı selamlık ve harem olmak üzere iki ayrı kısımdan oluşuyor. Sağdaki üç katlı yapı selamlıktır soldaki ise haremdir. Boğaziçi yalılarında genellikle harem bölümü selamlık bölümünden daha büyük olur. Orada aile hayatı yaşanır çünkü. Bu yalıda ise tam tersi olmuş.

Fethi Paşa Yalısı

Yalının bilinen ilk sahibi Sultan Abdülmecit döneminde (1839-1861) şeyhülislamlık yapan Arif Hikmet Bey’dir. Daha sonra Fethi Ahmet Paşa tarafından satın alınan yalı bu adla biliniyor. Fethi Ahmet Paşa,Osmanlı’nın önemli asker ve bürokratlarından biri olup ülkemizde ilk müzenin kurucusudur.

Harem ve selamlık olarak iki ayrı bölümden oluşan yalının harem bölümü 1927 de yanınca geriye şu an gördüğümüz selamlık bölümü kaldı. Yanmadan önce Boğaziçi’nin en güzel yalılarından bir olarak biliniyordu. Yalının arkasındaki Fethi Paşa Korusu, yalının bahçesiydi.

Kamil Paşa Yalısı

İlkokul çocuklarının çizdiği evlere benzeyen, sade mi sade bu aşı boyalı bu yalı 1700 lerin sonlarına doğru yaptırıldı. Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde Şura-yı Devlet azası olan ve Petersburg büyükelçiliği yapan Kamil Paşa satın almış ve yalıya yerleşmiş. Adını bu sahibinden alıyor.

Halil Haşim Bey Yalısı

Bu yalı ile bir önceki yalı olan Kamil Paşa Yalısı vakti zamanında tek bir yalıydı. Bu iki yalıyı satın alan Kamil Paşa, bu yalıyı kardeşi Yusuf Ziya Bey’e hediye etmişti. Yusuf Ziya Bey’in ölümüyle damadı Halil Haşim Bey’e geçti. Halil Haşim Bey orijinal yalıyı yıktırıp yerine bu yalıyı yaptırmıştır. Yalıyı yapan mimar Osmanlı’ya bir çok eser kazandıran Mimar Raimondo D’Aronco’dur.

Çukur Yalı ve Münevver Ayaşlı yalıları

Beylerbeyi sahilinde bulunan bu yalılardan sağdaki üç katlı olan Çukur Yalı, soldaki Münevver Ayaşlı Yalısı’dır.

Beylerbeyi Osmanlı asilzadelerinin ve ulema sınıfının oturduğu bir semtti. Bunlardan biri de roman ve öykü yazarı olan Münevver Ayaşlı’dır. Münevver Hanım bir çok kitabını bu yalıda yazmıştır.

Debreli İsmail Hakkı Paşa Yalısı

1880 lerde yapılmış olan bu yalı bir kaç yangın geçirmesine rağmen içi ve dışıyla en iyi korunmuş yalılardan biridir. Yalının ikinci sahibi olan İsmail Hakkı Paşa, Sultan 2. Abdülhamit zamanında Osmanlı ordularının gıda işlerinden sorumluydu. Debre’liydi ve Debre mebusluğu yapmıştı.

Sadri Alışık’ın başrol oynadığı “Ah Güzel İstanbul” bu yalıda çekilmişti.

Hasib Paşa Yalısı

Belerbeyi’nde bulunan Hasib Paşa Yalısı, Jöntürklerin Boğaziçi’nde bulunan en önemli buluşma mekanlarındandı. 18. yüzyılda yaptırılmış olan yalıyı Hasib Paşa satın almıştı.

Hasib Paşa, Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz devri vezirlerindendi. Beş defa vakıflar bakanlığı, iki defa da maliye bakanlığı yapmıştır. 1870 de yine bu yalıda vefat etmiştir.

Mabeyinci Faik Bey Yalısı

Yeşil külahlı iki kulesiyle dikkat çeken yalının sahibi Mabeyinci Faik Bey’di.

Faik Bey, Sultan 2. Abdülhamit döneminde Yıldız Sarayı’nda mabeyinci (özel kalem müdürlüğü) olarak görev yapıyordu. Sanat ve edebiyata oldukça düşkün biriydi. Dolayısıyla bu yalı pek çok edebi sohbete ev sahipliği yapmıştır.

Hüseyin Kazım Kadri Yalısı

Yalıya adını veren Hüseyin Kazım Kadri, valilikten milletvekilliğine kadar pek çok önemli görevde bulunmuş bir ara İstanbul şehreminliği de (belediye başkanlığı) yapmıştı.

1934 de vefat eden Hüseyin Kazım Kadri, ömrünün son zamanlarını bu yalıda kitaplar yazarak geçirmiştir. En önemli eseri Büyük Türk Lugati’dir.

Sadullah Paşa Yalısı

Çengelköy’de bulunan Boğaz’ın en eski ve gösterişli yalılarındandır. Sultan 1. Abdülhamit (1774-1789) tarafından Darüssade Ağası Mehmed Ağa’ya hediye edilmişti. Sadullah Paşa yalıyı 1872 de satın aldı. Yalının altıncı sahibidir.

Sadullah Paşa, Osmanlı’nın Berlin ve Viyana büyükelçiliğini yapmış etkili bürokratlarından biriydi. Viyana’da elçilik binasında intihar edişi meşhurdur. Eşi Necibe Hanım, Sadullah Paşa’nın intihar ettiğine inanmamış ve bu yalıda bir ömür boyu onun gelmesini beklemiş. Ama paşanın cenazesi gelmiş.

Bostancıbaşı Abdullah Ağa Yalısı

Çengelköy’ün ünlü Çınaraltı Çay Bahçesi’ne komşu olan yalı, 1811 de yapıldı. Bostancıbaşı Abdullah Ağa, 1823 deki vefatına kadar bu yalıda yaşadı. Sonrasında bir kaç kez el değiştirip İstanbul’un işgali yıllarında İtalyan Kuvvetleri Komutanlığı olarak kullanıldı. Şu an Sütiş tarafından pastane olarak kullanılıyor.

Muazzez Hanım Yalısı

Sağ arka taraftaki fenere benzeyen kule sebebiyle Fenerli Yalı olarak da bilinir. Yalı bir zamanlar Türkiye’nin ilk sanayicilerinden olan şeker kralı Hayri İpar’a aitti. Hayri İpar’ın vefatından sonra yalıya kızı Muazzaz İpar yerleşti.  1972 de intihar eden Muazez Hanım, Çengelköy halkı tarafından çok seviliyordu. Be sebeple yalı onun adıyla anılıyor.

Mahmut Nedim Paşa Yalısı

Yalı, biraz hayattır. Nasıl yaşamışsan, nerelerde bulunmuşsan inşa ettirdiğin yalı da az çok o izleri taşır. Tıpkı, Vaniköy’de bulunan Mahmut Nedim Paşa Yalısı gibi.

Osmanlı’nın Viyana büyükelçisi olan Mahmut Nedim Paşa, Prag’da da bulunmuş vakti zamanında. Ve Vaniköy’e inşa ettirdiği yalıya, Prag’ın şatolarını hatırlatan bir külah ekletmeyi unutmamış. Boğaziçi yalı mimarisiyle hiç alakası olmayan bu yalıyı nasıl hatırlamak lazım şimdi ? Hatıralar, hatıralar, hatıralar…

Kazasker Necmeddin Efendi Yalısı

Vaniköy’de bulunan tek katlı, ahşap, küçük bir yalıdır. Eskiden harem, selamlık ve hamlacılar dairesi olmak üzere üç ayrı yapıdan oluşan yalının günümüze selamlık kısmı kalmıştır.

Yalıya ismini veren Necmeddin Efendi, Sultan 2. Abdülhamit dönemi kazaskerlerindendi. Necmeddin Molla diye bilinirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Kastamonu milletvekilli olarak giren Necmeddin Efendi Şirket-i Hayriye’nin kurucuları arasındaydı.

Ahmed Nazif Paşa Yalısı

Vaniköy, Üsküdar’ın yalılarıyla ünlü semtidir. Vaniköy adını,  Sultan 4. Mehmet döneminin ünlü ulemasından olan Vani Mehmet Efendi’nin burada yaptırdığı yalıdan alır. Sultan 2. Abdülhamit döneminde maliye bakanlığı yapmış olan Ahmet Nazif Paşa da aynı soydan gelmektedir.

Ahmed Nazif Paşa bu yalıyı 1897-1904 yılları arasında yaptırmıştır.

Evrenesoğlu Hamid Bey Yalısı

Boğaz’da Avrupa havası estiren yalılardan biridir. Evrenos oğulları Osmanlı Devleti’ne akıncı beyler yetiştirmiş bir ailedir. Ailenin soyu Evronos Gazi’den geliyor. Yalıya adını veren Hamid Bey de aynı soydan gelmektedir. Aile günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir.

Kadınefendi Yalıları

Yine Vaniköy yalılarından biri olan Kadınefendi Yalıları adını Sultan Reşad’ın dördüncü kadınefendisi Dilfirib Kadınefendi’den alıyor.

1700 lerin ortalarında yaptırılan yalının ilk sahibi Şeyhülislam Mehmet Efendi’ydi. 1919 da Atatürk ve arkadaşları için idam fetvası veren Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi bu yalıda oturmuştu. Halet Çambel ve Mina Urgan da yalının kiracıları arasındaydı.

Recai Efendi Yalısı

Serveti Fünun edebiyatını başlatan ve Araba Sevdası adlı eseriyle tanınan yazar Recaizade Mahmut Ekrem bu yalıda doğmuştur. Burası Recaizade Mahmut Ekrem’in babası Recai Efendi’ye aitti. Yazar bu yalıda doğduğuna göre en az 170 yıllıktır. Çok ilginçtir, yalı 1950 lerde mısırözü fabrikası olarak kullanılmış. İnsanın inanası gelmiyor.

Edib Efendi Yalısı

Kandilli’de bulunan yalı Boğaz’ın darlaştığı, akıntının en güçlü olduğu Akıntı Burnu’nda yer alıyor. Boğazın ne büyük yalılarından biridir.Yalıyı yaptıran Lale Devri devlet adamlarından olan Divitdar Mehmet Efendi’dir.

Sultan 2. Abdülhamit döneminin maliye bakanlarından olan Edip Efendi 1887 yılında yalıyı satın almıştır. Onun adıyla anılıyor. Edip Efendi yalıyı satın aldıktan bir yıl sonra vefat etmiş. Günümüzde kimi popüler dizler bu yalıda çekiliyor.

Hadi Semi Yalısı

Yalının en eski sahibi olan Hadi Tahsin hakkında pek bir şey bilinmiyor. Yalı, aşı renginden yapıldığına göre Hadi Tahsin ya bir Osmanlı bürokratı ya da başka birinden satın almış. Ama yalıya adını veren Hadi Bey bu Hadi Bey değil.

1900 lü yılların başlarında yalıyı iki İngiliz doktor satın almış. Munford adı verilen İngiliz doktorlar 1. Dünya Savaşı bitince ülkelerine dönmeye karar vermişler ve yalıyı Likardopulos adlı bir Yunanlı’ya satmışlar. 1946 yılında da Avukat Hadi Semi yalıyı devralmış. Yalı adını bu Hadi’den alıyor.

Kont Ostrorog Yalısı

Rengi sebebiyle “Kırmızı Yalı” olarak da adlandırılan yalı Boğaziçi’nin en dikkat çekici yalılarından ve 19. yüzyılın ilk yarısında yaptırılmış.

Yalıyı, 1904 yılında Polonyalı bir hukuk uzmanı olan Kont Ostrorog satın almış. Yalı onun adıyla meşhur olmuştur.  Türkçe, Arapça ve Farsça’dan başka yedi dil bilen Kont Ostrorog bir entelektüel aynı zamanda. Darülfünun’da (Osmanlının tek üniversitesinde) öğretim üyeliği de yapan Kont Ostrorog, yalının Çanakkale Savaşı sırasında hastane olarak kullanılmasına da izin vermiş. Yalı 2000 yılında Rahmi Koç tarafından satın alındı.Ve hala Rahmi Koç’un mülkiyetinde.

Abud Efendi Yalısı

Kandilli’de bulunan yalı Altunizade Necip bey tarafından 1830 da yaptırılmış. Necip Bey, Kırım Savaşı’nda kendi parasıyla gönüllüler bölüğü kurup gönderecek kadar zengin biriymiş.

1900 lerin başında Abud Efendi tarafından satın alınan yalı bu adla biliniyor. Abud Efendi 1884 de İstanbul Ticaret Odası başkanı olmuş ve 33 yıl boyunca kesintisiz bu başkanlığı yürütmüştü. Dürüstlüğüyle meşhur bir zattır.

Kıbrıslı Yalısı

Üsküdar’ın son yalısı olan Kıbrıslı Yalısı, 64 metrelik uzunluğuyla sahili en geniş olan yalıdır.

Yalının ilk sahibi Sultan 1. Abdülhamit ve 3. Selim sadrazamlarından olan İzzet Mehmet Paşadır. Yalıyı 1838 de Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa satın almıştır. O gün bugündür Kıbrıslı Yalısı olarak anılmaktadır.

İmparatoriçe Eugineden Piyer Loyti’ye, Abdülhak Şinasi Hisar’dan Yahya Kemal’e pek çok ünlü bu yalıda misafir olmuştur.


Beşiktaş’ın 8 tarihi yalısı

$
0
0

Boğaziçi’ne kıyısı olan ilçeler içinde en az yalısı olan ilçe Beşiktaş’tır. Bu durumun en önemli nedeni, Dolmabahçe’den Ortaköy’e kadar uzanan hat üzerinde birer yapılar kompleksi olan Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının bulunmasıdır. Bu sebeple Beşiktaş’ta yalılar zinciri Ortaköy yalılarıyla beraber başlar.

Boğaziçi’nde bulunan toplam 366 tarihi yalının 37 sine Beşiktaş ev sahipliği yapar. Bu yazı bu yalıların 8 ini konu alıyor. Bu yalılar Osmanlı tarihinde yer etmiş ve ilk etapta bilinmesi gereken yalılardır.

Beşiktaş’ta Ortaköy’de başlayan yalılar silsilesi Bebek’te bulunan Yılanlı Yalı’ya kadar devam eder. Sonraki yalılar Sarıyer sınırları içindedir. O yalılar, Sarıyer yalıları başlıklı ayrı bir yazının konusudur. Beşiktaş’tan Bebek istikametine doğru yaptığınız bir vapur seyahatinde yalıları sırasıyla görebilirsiniz.

Esma Sultan Yalısı

Ortaköy Cami’nin hemen yanında bulunan Esma Sultan Yalısı ne yazık ki uzun zamandır bu şekilde iskelet halinde. Bir 18. yüzyıl yapımı olan bu yalıya bu durum hiç yakışmıyor ama umarız en kısa zamanda düzelir.

Koca Osmanlı tarihinde, padişahlığa aday olarak gösterilmiş tek kadın olan Esma Sultan 1778 yılında doğdu. Sultan 1. Abdülhamit’in kızı, Sultan 2. Mahmut’un da kardeşidir.

Esma Sultan, dönemin kaptanıderyası Hüseyin Paşa’yla evlendirildiğinde henüz 14 yaşındaydı. Bu yalı o, 16 yaşındayken hediye edilmiştir. Hüseyin Paşa’nın erken ölümü sonrası 25 yaşında dul kalmış, bir daha da evlenmemiştir.

Esma Sultan’ın vefatı sonrası yalı, Sultan 2. Abdülhamit’in kızı Cemile Sultan’a onun da vefatıyla Sultan 5. Murat’ın kızı Fatma Sultan’a intikal etmiş. Dolayısıyla yalı, Osmanlı tarihi boyunca sultanların yalısı olmuştur.

Cumhuriyet döneminde bir süre boş kalan, sonrasında tütün deposu olarak kullanılan yalı, 1975 de geçirdiği yangınla bu hale geldi. Acil, onu restore edecek elleri bekliyor.

Naime Sultan Yalısı

Murat Belge “Yalılar ve İnsanlar” adlı kitabında bu yalı için Fehime Sultan Yalısı’dır diyor. Mahmut Sami Şimşek ise “İstanbul’un 100 Yalısı” adlı eserinde ” Fehime Sultan’a ait olan yalı, aslında Naime Sultan’a aitti.” diyor. Mahmut Sami Şimşek’in bilgisini doğru olarak kabul ediyorum.

Esma Sultan Yalısı gibi sadece iskeleti kalan yalı, Sultan 2. Abdülhamit tarafından 1883 yılında yaptırıldı ve Plevne Savaşı Kahramanı Gazi Osman Paşa’ya hediye edildi.

1898 de Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemalleddin Bey, Sultan 2. Abdülhamit’in kızı Naile Sultan’la evlenince bu yalıda kalmaya başladılar. Ondan sonra da yalı Naile Sultan Yalısı olarak anılmaya başlandı.

Cumhuriyet döneminde Osmanlı Hanedanı yurt dışına sürgün edilince, yalı devlete intikal etmiştir. Bir süre boş kalan ve depo olarak kullanılan yalı 1933 de Gazi Osman Paşa Ortaokulu olarak kullanılmaya başlandı.

İlerideki yalılarda da göreceğimiz gibi, bu tür hanedana ait yalılar, Cumhuriyet’in kuruluşu ve Osmanlı hanedanın yurt dışına gönderilmesinden sonra develete intikal etmiştir. Hanedana ait yalıların çoğu bu sebeple kamu kurumları olarak kullanılmıştır. Kimisi hastane olmuş, kimisi okul, kimisi enstitü.

Naile Sultan yurt dışına gönderildikten sonra  Fransa’ya yerleşti. Sürgünde yokluk ve sefalet içinde ölmüştür.

Hatice Sultan Yalısı

Günümüze kadar sağlam olarak gelebilmiş tek hanım sultan yalısıdır.

Yalı, Sultan 2. Abdülhamit tarafından Hatice Sultan’a düğün hediyesi olarak verilmiş.1924 yılında hanedan yurt dışına gönderilince, yalı devlete intikal etmiş ve Ortaköy İlkokulu olarak kullanılmıştır.

Bu yalı ile Naile Sultan yalısı şu an restore ediliyorlar. Restorasyon sonrası butik otel olarak kullanılacaklar.

Muhsinzade Mehmet Paşa Yalısı

Kuruçeşme’de bulunan yalı, Boğaz’ın en büyük yalılarından ve Muhsinzade Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış.

Muhsinzade Mehmet Paşa, Osmanlı’nın önemli bürokratlarındandı. Sultan 3. Mustafa ve 1. Abdülhamit dönemlerinde sadrazamlık yapmıştı.

Osmanlı Tarihi’nde tam bir facia olarak bilinen 1774 Küçükkaynarca Antlaşması’nı imzalayan heyetin başındaydı. Kahrından olacak, dönüş yolunda ölmüştür.

Paşanın ölümünden sonra yalı, tek kızı olan Rukiye Hanım’a kalmış, 1920 li yıllara kadar da Rukiye Hanım’ın soyundan gelenler yalıda oturmuştur.

Sonrasında diğer yalılar gibi bir süre depo olarak kullanılan yalı, günümüzde Hotel Les Ottomans adıyla turistik tesis olarak hizmet vermektedir.

Ayvazpaşazade Yalısı

Arnavutköy’ün Karadeniz tarafına doğru ilk yalısı olup Arnavutköy yalılarının en büyüğüdür. Ermeni bir bankere ait olan yalıyı, 1925 yılında Giritli Ali Vasfi Bey satın almış.

Yalının önünden yol geçince yalı olma özelliğini kaybetmiş, köşk olmuştur. Şu an Ali Vafi Köşkü olarak biliniyor. Yalının arkasındaki koru Ali Vafi Korusu’dur.

Halet Çambel Yalısı

Aşı boyalı renginden dolayı Kırmızı Yalı olarak da bilinen yalı, 2. Mahmut’un Ermeni asıllı bahçıvanı tarafından 1820 yılında yaptırılmıştır.

1930 yılında, ülkemizin ünlü arkeologlarından olan Halet Çambel’in ailesi tarafından satın alındı. 1965’den itibaren Halet Çambel bu yalıda oturmuş, yalı onun adıyla anılır olmuştur.

Bu yalıda tıpkı Ayvazpaşazade Yalısı gibi önünden yol geçince yalı olma özelliğini kaybetmiştir. Arnavutköy yalıları böyledir zaten. 1980’li yıllarda İstanbul trafiğini rahatlatmak için, Arnavutköy-Bebek arasına kazıklıyol yapılınca, bu güzergahta bulunan yalıların denizle bağlantısı kesilmiştir. Aşağıdaki görsel kazıklıyol üzerinde bulunan yalılara aittir.

Emine Valide Paşa Yalısı

Osmanlı’nın Mısır yöneticileri olan ve “Hıdiv” olarak adlandırılan yönetici sınıfı, İstanbul’a lüks yaşamı getirenler olarak bilinir ve İstanbul’da lüks kasırlar, apartmalar inşa etmişlerdir,

Bebek’te bulunan ve oldukça görkemli olan bu yalıyı, son Mısır hıdivi olan Abbas Hilmi Paşa’nın annesi Emine Hanım 1902 de inşa ettirdi.

Osmanlı’da paşalık, erkeklere verilen bir unvandı. Bunun tek istisnası Emine Hanım’dır. Sultan 2. Abdülhamit, Emine Hanım’a “paşa” unvanı vermiştir. Bu sebeple Emine Valide Paşa olarak bilinir.

Yalıda uzun zaman Emine Hanım ve oğlu Abbas Hilmi Paşa oturdu.

Kimi kaynaklarda yalı, elçilik binası olarak yaptırılmıştır diye yazıyor. Bu doğru değil. Yalı olarak yapılmıştır ama elçilik olarak kullanılmıştır.

Cumhuriyet kurulunca elçilikler Ankara’ya taşınmış, bu  yalı da konsolosluk olarak hizmet vermiştir.

Yılanlı Yalı

Bebek-Rumelihisarı yolu üzerinde bulunan yalı Sultan 3. Selim zamanında (1789-1808) inşa edilmiştir. Yalının isim hikayesi ilginçtir.

Rivayete göre, Sultan 2. Mahmut bir Boğaz gezisi sırasında , yanında bulunan Musahip Said Efendi’ye “Bu yalı kimin?” diye sormuş. Yalıda gözü olan Said Efendi’de “Sultanım o yalı yılan kayalıklarının üzerine yapılmış. Bu yüzden o yalıda sürekli yılan çıkıyor.” diyerek padişahı vazgeçirmiş. Böylece yalının ad Yılanlı Yalı olarak kalmış.

Yalının yamacına tırmanan oldukça büyük bir bahçesi bulunuyor. Yalının sonraki sahiplerinden olan Şemseddin Efendi bu bahçenin bir kısmını Tevfik Fikret’e satmış. Aşiyan Köşkü’nü Tevfik Fikret bu arazi üzerine yapmıştır.

Not:

Sarıyer’in 32 tarihi yalısı

$
0
0

Boğaziçi’nde bulunan toplam 366 yalının 136 sı Sarıyer ilçe sınırları içinde bulunduğundan, Boğaziçi’nin yalıları ile en zengin ilçesi Sarıyer’dir.

Sarıyer yalıları Beşiktaş sınırında Mısırlı Yusuf Ziya Paşa Yalısı ile başlar, Büyükdere sahillerine kadar uzanır. Bu yazı, bu yalılardan Osmanlı tarihinde yer etmiş ve ilk etapta bilinmesi gereken 32 sini konu alıyor.

Beşiktaş’tan Sarıyer’e ve ötesine uzanan bir vapur seyahatinizde bu yalıları sırası ile görebilirsiniz. Dolayısıyla yazı, bir tür gezi rehberi mahiyetindedir.

Mısırlı Yusuf Ziya Paşa Yalısı

Perili Köşk olarak da adlandırılan yalı, Osmanlı’nın son dönem önemli tüccarlarından olan Mısırlı Yusuf Ziya Paşa tarafından yaptırıldı. Yusuf Ziya Paşa gemileriyle İtalya’dan Osmanlı’ya ticaret yapıyordu..

Yalının inşasına 1910 yılında başlandı. 1914 de 1. Dünya Savaşı çıkınca, inşaatı yapan ustalar askere alındı. O esnada paşanın ticaret gemilerinden ikisi batırılınca, paşa maddi sıkıntıya düştü ve yalı uzun yıllar inşaat halinde kaldı. Halk da bir türlü bitmek bilmeyen inşaat yüzünden yalıyı “Perili Köşk” olarak adlandırdı.

Yusuf Ziya Paşa 1936 daki vefatına dek bu yalıda oturmuştur.

Yalı, 1990 lı yıllarda eski hali göz önünde bulundurularak yeniden yaptırıldı. Şu an Borusan Holding tarafından kullanılıyor.

Zeki Paşa Yalısı

Rumelihisarı’nda Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün hemen altında bulunan ve Boğaziçi’nin nadir taş yalılarından olan yalı, Sultan 2. Abdülhamit’in önemli bürokratlarından olan Zeki Paşa tarafından yaptırıldı.

Zeki Paşa, 17 yıl Tophane Müşiri (mareşali) olmuş, 25 yıl da askeri okullarda çeşitli dersler vermişti. Yalısı, ilk yaptırıldığı görünümünü aynen korumaktadır. Taş yalıların ahşap yalılara oranla en büyük avantajı da bu zaten.

Mediha Sultan Yalısı

Baltalimanı’nda bulunan yalı, Tanzimat döneminin önemli bürokratlarından olan Mustafa Reşit Paşa tarafından 1830’lu yıllarda yaptırıldı.

Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat Fermanı’nı Gülhanı Parkı’nda okuyan, Tanzimatla özdeşleşmiş bir bürokrattır. Çeşitli dönemlerde altı kez sadrazamlık ve dışişleri bakanlığı yapmıştı. Dolayısıyla bu yalı onun dönemindeki bir çok siyasi olaya ev sahipliği yapmıştır. 1838 İngiltere, 1839 Belçika, 1840 Fransa, 1846 Rusya anlaşmaları bu yalıda imzalanmıştır.

Mustafa Reşit Paşa kimi borçlarını ödeyebilmek için yalıyı, saraya satmıştır. Böylece yalı, hanedanın mülkiyetine geçmiştir.

Mustafa Reşit Paşa’nın oğlu Ali Galip Bey, Sultan Abdülmecid’in kızı Fatma Sultan’la evlenince bu yalıda kalmaya başladılar. Fatma Sultan vefat edince yalı kız kardeşi Mediha Sultan’a geçti. Mediha Sultan Damat Ferit’le evlenince uzun yıllar bu yalıda oturdular.

Damat Ferit Paşa, Kurtuluş Savaşı sırasında, işgalcilerden yana tavır alıp milli mücadeleyi engellemeye çalışırken bu yalıda oturuyordu.

Cumhuriyet döneminde hanedana ait mülkler devlete geçince, yalıda devletin mülkiyetine geçmiş bir ara Balıkçılı Enstitüsü olarak kullanılmış sonrasında hastane olarak kullanılmaya başlandı. Şu an yalının haremi Baltalimanı Kemik Hastanesi, selamlık bölümü de İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri olarak kullanılıyor.

Aziz İzzet Paşa Yalısı

Boyacıköy semtinin en büyük yalısıdır. Adını Mısırlı Aziz izzet Paşa’ya ait olmasından alıyor. Şu an Dubai merkezli bir iş kulübü tarafından kullanılıyor.

Şerifler Yalısı

Emirgan’da, caminin hemen yanından bulunan yalı, 1780’li yıllarda  yapılmış olup Avrupa Yakası’nın en eski yalısıdır.

Yalının bulunduğu yerde ilkin, Emirgüneoğlu Yusuf Han’ın yalısı bulunuyordu.  Daha sonra bu yalı yıktırılıp harem ve selamlık olarak iki ayrı bölümden oluşan bu yalı inşa edildi. Şu an yalının selamlık bölümü ayakta. Harem bölümü 1946 da sahil yolunun yapımı sırasında yıktırıldı.

Yalıyı 19. yüzyılda Mekke Şerifi Abdülilah Paşa satın almıştı. Sonrasında Mekke şerifleri tarafından kullanılan yalı bu adla anılır olmuştur. Şeriflik Osmanlı’da bir yöneticilik payesidir. Nasıl Osmanlı’nın Mısır yöneticilerine “Hıdiv” deniyorsa, Hicaz yöneticilerine de “Şerif” denir. En ünlü Mekke şerifi, Şerif Hüseyin’dir.

Şeriler Yalısı’nın yıktırılan harem bölümü

Deli Fuad Paşa Yalısı

İstinye’de bulunan yalıyı, İran büyükelçisi Muhin Han 1870 yılında yaptırdı. Daha sonra Mekke şerifi Şerif Hüseyin’e intikal etti. Mekke şeriflerinin Boğaz’daki iki yalısından biridir.

Şerif Hüseyin bir Ortadoğu imparatorluğu kurma haliyle, İngilizlerle müttefik olmuş, Arabistanlı Lawrence ile işbirliği yapmış,  1. Dünya Savaşı sırasında arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandırmıştı. Sonuç Ortadoğu açısından tam bir felaket olmuştu. Kendisi bir imparatorluk kuramadığı gibi, Ortadoğu bölünüp parçalandı. Emperyalizme açık hale geldi. Kendisi de Kıbrıs’ta sürgünde ölmüştür. Son sözleri dikkat çekicidir: ” Başımıza gelenler, Osmanlı’ya ihanetimizin ilahi cezasıdır.”

İşte Şerif Hüseyin, kendi tabiriyle “ihanet planlarını” bu yalıda yapmıştır.

Yalıyı 1908 de Deli Fuad Paşa satın aldı. Deli Fuad Paşa, savaşlarda korkusuzca askerlerin önünde ilerlemesiyle “deli” lakabıyla anılmıştı. Sultan 2. Abdülhamit döneminde padişah aleyhine faaliyetlerde bulunduğu gerekçisiyle idama mahkum edilmiş, sonrasında cezası sürgüne çevrilmişti.

Sultan 2. Abdühamit’in düşmesi üzerine yeniden İstanbul’a geldi. Meclise girdi. Bir süre Hürriyet ve İtilaf fırkasının başkanlığını yaptı. 1931 de yine bu yalıda vefat etmiştir. Yalı şu an Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü tarafından kullanılıyor.

Şerif Hüseyin

Recaizade Mahmut Ekrem Yalısı

Yeniköy yalılar sırası Recaizde Mahmut Ekrem Yalısı ile başlar.

Boğaziçi’ndeki bazı yalılar Osmanlı tarihinin simge olaylarına ev sahipliği yapmıştır. Bu yalı da bunlardan biridir.

Yalının sahibi olan Recaizde Mahmut Ekrem, Tanzimat döneminin ünlü yazarlarından olup Araba Sevdası adlı kitabı ile ünlüdür. Recaizade Mahmut Ekrem bu yalıda sıklıkla döne yazarlarını misafir etmiş, bu sebeple yalı onun döneminde “Yazarların Yalısı” olarak ünlenmiştir. Bu sohbetlerdeki derin edebi tartışmalar Servet-i Fünun Edebiyatı’nı doğurmuştur.

Sultan 2. Abdülhamit döneminde asılsız bir istihbarat yüzünden yalıdan ayrılmak zorunda kalmıştır. Recaizade Mahmut Ekrem 1914 yılında vefat etmiştir.

Üç ayrı binadan oluşan yalının solda kalan iki katlı kısmı selamlık, ortadaki üç katlı bölüm harem, sağdaki iki buçuk katlı bölümde müştemilat bölümüdür.

Faik Bey-Pakize Hanım Yalısı

19. yüzyılın sonlarına doğru yaptırılmış olan yalı, Gümüşhane mutasarrıfı Faik Bey’e geçtikten sonra onun adıyla anılır oldu. Sonrasında Pakize Hanım’ın mülkiyetine geçmiştir.

Afif Paşa Yalısı

Boğaziçi’nin en güzel yalılarından olup, Boğaz’ın en pahalı ikinci yalısı.

Afif Paşa, Sultan 2. Abdülhamit’in generallerindendi. Bu yalıyı bu 1890 lı yıllarda dönemin ünlü mimarı Aleksandr Vallaury’e yaptırmıştı.

Afif Paşa’nın oğlu Ali Fuad Bey, Sultan 2. Abdülhamit’in kızı Refia Sultan’la evlenince bu yalıda kaldılar. Bir ara Uzanlar’a ait olan yalı, şu an Suzan Sabancı Dinçer’e ait. İlk yerli dizimiz olan Aşkı Memnu’da bu yalıda çekilmişti.

 

Ebu Bekir Ratip Yalısı

Yalı, padişaha yakın bir paşa tarafından kızına çeyiz olarak yaptırılmıştır. Yalnız paşa kim, gelin kim bilinmiyor. Bilinen, yalının 1860 da Mısırlı Ratip Paşa Ailesi tarafından satın alındığı. Yalı bu ailenin adıyla biliniyor.

Bunun gibi Kanlıca sahillerinde de yüz görümlüğü olarak inşa edilmiş bir yalı vardır: Prenses Rukiye Yalısı.

Selahaddin Adil Paşa Yalısı

Boğaziçi yalılarından farklı üslubuyla ve kavuniçi rengiyle ayrılan yalı, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin önde gelen devlet adamlarından biri olan Selahaddin Adil Paşa’ya aitti. Paşa, Kurtuluş Savaşı’nda görev alan komutanlardandı. Cumhuriyet döneminde tek parti yönetimine muhalif olmuştu. Anılarını, muhtemelen bu yalıda kaleme almıştır.

Tahsin Uzer Yalısı

Turkuvaz rengiyle ve sevimli mimarisiyle dikkat çeken yalı, Tahsin Uzere’e aitti.

Tahsin Uzer, Atatürk’ün çocukluk arkadaşlarındandı. Bazı illerde valilik görevlerinde bulunmuş, sonrasında milletvekilliği yapmış bir bürokrattı. Tahsin Bey’e Uzer soyadı bizzat Atatürk tarafından verilmiştir.

Tahsin Uzer’in ölümü üzerine yalı, oğluna kaldı. Sonrasında yalıyı Ilıcaklar satın aldı. Nazlı Ilıcak Yalısı olarak da bilinir. Yalının mülkiyeti şu an Sabancı Ailesi’ndedir.

Atatürk’ün Tahsin Bey’e Uzer soyadını verdiği imzalı vesika ve Tahsin Uzer

Madenci Arif Bey Yalısı

Yalı, Osmanlı döneminde yabancılara yalı yapma izni verildiğinde yapılan ilk yalılardan biri. vakti zamanında Madenci Arif Bey’e ait olduğu için bu adla anılıyor.

Doktor Hulusi Behçet Yalısı

Öncesinde Çaycı İstepan Yalısı olarak biline yalı, Doktor Hulusi Behçet’in yalıyı satın almasıyla onun adıyla anılır olmuştur.

1889 da İstanbul’da doğan Behçet Bey, dünya tıp tarihinde bilinen isimlerden biridir. Bir tür deri hastalığı olan behçet hastalığını ilk o tarif etmiştir. Bu hastalığa onun soyadı verilmiştir.

Burhanettin Sezarar yalısı

Şu an rstoran olarak kullanılan yalının 200 seneden fazla bir mazisi vardır. Osmanlı döneminde çok saytıda paşaya rastlıyorduk, Cumhuriyet’le birlikte profesör yalı sahipleriyle karşılaşıyoruz.

Yalıya adını veren Burhanettin Sezarar, İTÜ Elektirik Mühensisliği profesörlerindendi. Dolmabahçe Sarayı ve İstanbul’daki çoğu cami onun zamanında elektiriğe kavuşmuştu. Bu yalıyı 1933 de satın almıştır.

Tansu Çiller Yalısı

Yeniköy’de bulunan yalı, Atatürk’ün İstanbul ziyaretlerinde sık sık uğradığı yalılardan biriydi. O dönem yalının sahibi, Rasim Ferit Talay’dı çünkü.

Rasim Ferit Talay, Atatürk’ün yakın arkadaşlarından biriydi ve beraber İstanbul’da Minber Gazetesi’ni çıkartmışlardı. Dostlukları ölümlerine kadar sürmüştür. Yalıyı 1981 yılında bir dönem başbakanlık yapan Tansu Çiller satın aldı.

Şehzade Burhanettin Efendi Yalısı

150 milyon dolarlık fiyatıyla Boğaziçi’nin en pahalı yalısıdır.

1912 yılında Sultan 2. Abdülhamit’in oğlu Şehzade Burhanettin Efendi tarafından, burada bulunan eski bir yalının arsası üzerine yaptırıldı. Yalının arkasında görülen köşk, yalının kışlık köşküdür. Bu köşklerden bir çok yalıda bulunurdu. Ama günümüze birkaçı ulaşabilmiştir.

1885 de Yıldız Sarayı’nda doğan Burhanettin Efendi, iyi bir ressamdı, çok iyi piyano çalıyordu. 1949 da Amerika’da vefat etmiştir.

Saip Özden Yalısı

Bol yağış alan Kuzey Avrupa ülkelerinde görülen evlere benzeyen yalı, 1851 yılında bir Rum kalfa tarafından yaptırılmış. Yalının sonraki sahiplerinden olan Saip Özden, yalıya isimini vermiştir.

Karatodori Paşa Yalısı

1871 yılında Çırağan Sarayı’ndan arta kalan malzemelerle yaptırıldı. Yalının ilk sahibi, Osmanlı’nın Girit valisi olan Karatodori Paşa’dır. Yalıyı Sultan Abdülaziz, Karatodori Paşa’ya hediye etmiştir.

Said Halim Paşa Yalısı

Yalı, 1890 da Said Halim Paşa tarafından yaptırılmıştır.

Said Halim Paşa, 1913 de sadrazam olmuş, bu görevi 4 yıldan fazla sürdürmüştü. Bu esnada yalıyı bir çok zaman çalışma ofisi olarak da kullanmıştı. Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’na girmesine neden olan Türk-Alman ittifakı yağmurlu bir günde bu yalıda imzalanmıştır.

Mısırlı Fuad Bey Yalısı

1800 lü yılların başlarında inşa edilen yalı, sonraki sahiplerinden olan Mısırlı Fuad Bey’in adıyla biliniyor. Fuad Bey, Sultan 2. Abdülhamid’in damadıydı.

İhmalyan Yalısı

Yıllarca ihmal edilmiş olduğu her halinden belli olan yalı, “İhmalyan” adını taşıyor. İsmiyle müsemma bir yalı İhmalyan Yalısı. Trajik mi, komik mi? Belki de aynı anda ikisi de.

Yeniköy’de bulunan yalının ilk sahibi Eyüp Paşa. Parsık İhmalyan adlı bir Ermeni yalıyı Eyüp Paşa’dan satın almış. İhmalyan’ın ölümü üzerine yalı torunlarına kalmış.

Özellikle çatı katında bulunan üçgen cihannümasıyla, Boğaziçi’nin en zarif yalılarından biri olan İhmalyan Yalısı ciddi bir restorasyonu fazlasıyla hak ediyor.

İkiz Yalı

Tam ortasında bulunan denize inen merdivenlerden dikey bir çizgi çekildiğinde sağ ve sol taraf birbirinin aynısıdır. Yalıyı, Sara Sultan ikiz çocukları için 18902lı yıllarda yaptırmıştır. Mimarı Raimondo D’Aronco’dur.

Aleko Nikoladis Yalısı

Şu an Yeniköy Rum Panayia Kilisesi’ne ait olan bu yalı, bir zamanlar oldukça lüks bir oteldi. Adı, Splendid Hotel-Tea Room olan otelin müşterileri Avrupalı zenginlerdi. Otelin sahibi olan Hristaki Efendi, Avrupa’ya göç edince, binayı kilise vakfına bağışlamıştı.

Daha sonra Aleko Nikoladis adında bir Rum vatandaş, binanın alt katını kiralayıp içkili bir restoran haline getirdi. Meşhur “Aleko Lokantası” burasıdır.

Ali Rıza Paşa Yalısı

1870 li yıllarda bir Fransız tarafından yaptırılan yalı, Fransız tarzı mobilya ve eşyalarla donatılmıştı. Daha sonra eşyalarıyla birlikte Ali Rıza Paşa satın aldı.

Ali Rıza Paşa, meslek hayatının büyük kısmını Fransa’da geçiren bir askeri harita uzmanıydı. Paşanın kızı İclal Ersin Karakaptan, Cumhuriyet döneminin ilk bayan iktisat doktoru ve banka müdürüydü. Paşa 1935 de vefat ettiğinde yalı kızına kalmıştır.

Doktor Muvaffak Gönen, Dadyan ve Sandoz Yalıları

Sırasıyla sağda kırmızı renkli yalı Doktor Muvaffak Gönen Yalısı’dır. 1880 de Venedik tarzında inşa edilmiştir.  Doktor Muvaffak Gönen yalıyı 1920 de satın almıştır. Muvaffak Bey 2006 da vefat etmeden önce bütün mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışladı.

Ortadaki yalı Dadyan Yalısı’dır. Düzoğlu adlı bir Ermeni tarafından yaptırılan yalının sonraki sahipleri Dadyan ailesiydi. Yalı adını Sultan 2. Abdülhamit’in vezirlerinden olan Artin Dadyan’dan almıştır.

Çapraz kirişleriyle dikkat çeken, İsviçre dağ köşklerini andıran yalı, Sandoz Yalısı’dır. Yalının ilk sahibi de bir Avrupalıdır zaten: Mösyö Pardoe.

Mösyö Pardoe’nin eşi Julia Pardoe İstanbul hatıralarını kitaplaştırdığı seyahatnamesi ile tanınır.

Ziya Kalkavan Yalısı

Yeniköy yalılar silsilesi bu yalı ile son bulur.

İsviçre Alpleri’ndeki dağ köşklerini andıran yalının ilk sahibi Sultan Abdülaziz ve Sultan 2. Abdülhamit dönemlerinin meşhur matbaacısı İstephan Damatyan’dır. Ermeni bir aile olan Damatyan ailesinin yaptırdığı yalı birkaç el değiştirdikten sonra Ziya Kalkavan tarafından satın alınmış ve onun adıyla anılır olmuştur.

Huber Yalısı

Tarabya’da bulunan ve şu an Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılan Huber Yalısı, 1880’li yılarda gelişen Almanya-Osmanlı ittifakının önemli sembollerinden biri. Nasıl, Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Alman Çeşmesi Kayzer II. Wilhelm’in İstanbul’u ziyaretinin bir sembolü ise, Huber Yalısı da gelişen Osmanlı-Alman ilişkisinin silah ticareti boyutunun simgesi. Çünkü bu yalının sahibi olan August Huber Alman silah şirketi Mauser’in Osmanlı temsilcisi.

Yalıyı yaptıran da, mimarı da bilinmiyor. Bilinen, August Huber’in 1890 yılında bu yalıyı bir Ermeni ailesinden satın aldığı. Yalı, o andan sonra Huber’in adıyla anılmaya başlandı. Mösyö Huber, yalıyı satın aldıktan sonra, dönemin ünlü İtalyan mimarı Raimondo D’Aronco’ya yalının çevresine bir kaç yapı ekletti. Böylece yalı birkaç binadan oluşan bir tür külliye görünümü kazandı. Yalının bahçesi de Boğaziçi’nin en geniş yeşil alanlarından biri ve sanatkarı bilinmeyen heykellerle süslü. Yalı 1985 yılında dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından kamulaştırılarak Cumhurbaşkanlığı yazlık köşkü haline getirildi.

Dikranyan Yalısı

Kireçburnu’nda bulunan Dikranyan Yalısı 1895 de, Büyükdere’nin zengin Ermenilerinden olan Dikranyan Efendi tarafından yaptırılmıştır. Boğaziçi’nde bir çok yalıda görebileceğimiz Artnouveau tarzında inşa edilen yalının mimarı, Raimondo D’Aronco’dur. Bu da tıpkı önünden yol geçen diğer yalılar gibi yalı olma özelliğini kaybetmiştir.

Azaryan Yalısı

Büyükdere’de Piyasa Caddesi üzerinde bulunan yalı, Ermeni bir tüccar olan ve bir ara İstanbul Ticaret Odası başkanlığı da yapan Bedros Azaryan tarafından 20. yüzyılın başlarında yaptırılmıştır.

Yalı, 1950 de Vehbi Koç tarafından satın alındı.  Vehbi Koç’un eşi Sadberk Hanım geleneksel Osmanlı kıyafet ve tekstillerini toplayan bir koleksiyonerdi. 1973 yılında vefat etmişti. Vehbi Koç, 1980 yılında hem onun anısını yaşatmak hem de bu koleksiyonları sergilemek için Sadberk Hanım Müzesi’ni bu yalıda açtı. Zengin koleksiyonlarıyla büyüleyen müze, halen aktif olup ülkemizin ilk özel müzesidir.

Not:

Blog ve blog yazarlığı hakkında benimle yapılan söyleşi

$
0
0

Evrengünlüğü.net’in yazarı Evren Soyuçok’la yaptığımız blog, blog yazarlığı konulu söyleşi. Söyleşi sadece blog ve blog yazarlığıyla kalmadı tabi. İstanbul, eğitim, öğretmenlik ve eğitim projelerine uzandı. Bu söyleşi umarım, blog dünyasında nitelikli içerik üretmek isteyen yazar, yazar adaylarına ve öğretmenlere küçük de olsa bir katkı sunar.

Söyleşi için ilgili link:http://www.evrengunlugu.net/2017/03/20/ramazan-beduk/

Moda’nın 13 tarihi köşkü

$
0
0

Kadıköy’ün en aristokrat semti olmakla ünlü Moda, Bizans ve uzun Osmanlı dönemi boyunca bağlık, bahçelik ve çayırlık alanlarıyla maruftu.  Kadıköy Çarşı’dan Kurbağalıdere’ye kadar denize bir burun olarak uzanan, yer yer Rumların ve Ermenilerin iskan ettiği bu alanda balıkçılık ve avcılık yapılıyordu. Elbet mesire yeriydi aynı zamanda. Çoklukla günübirlik pikniklere, çeşitli eğlencelere mekanlık ediyordu.

1850’lili yıllarda Latin kökenli bir aile olan Tubiniler’in vermiş olduğu bir karar, semtin kaderini kökten değiştirmişti.

Moda’nın ilk kıvılcımı: Tubini Ailesi

Tubini Ailesi, Ege’de bulunan Syros Adası’ndan gelerek İstanbul’a yerleşmiş varlıklı bir aileydi. Baba Bernard Tubini Galata’da bankerlik yapan, gerektiğinde padişaha borç verebilecek kadar zengin biriydi. Oğul Tubini ise Beşiktaş’ta 400 kişinin çalıştığı bir mobilya mağazasını yönetiyordu.

Aile 1850’lili yıllarda Moda’nın Mühürdar’a bakan tarafında, şu an üzerinde Sular İdaresi’nin bulunduğu alana büyük bir malikane yaptırmışlardı. Baba Tubini öldükten sonra, damat Nomiko yedi çocuğu için yine malikane civarına birbirinin aynısı yedi köşk yaptırdı. Böylece bağlık-bahçelik bu alanı Tubiniler, büyük malikaneler ve süslü köşkler yaptırarak imara açtılar. Bu sebeple semt o dönem Tubini Mahallesi olarak biliniyordu.

Devrin diğer aristokrat aileleri olan Lorandolar, Whittall’lar, Lafontaine’ler, Furstenberger’ler de Tubini Ailesi’ni izleyip Tubini Mahallesi’ne büyük malikaneler ve süslü köşkler inşa ettirdiler. Böylece mahallenin sınırları Kadıköy Rıhtım bölgesinden Kurbağalıdere’ye kadar genişledi. Avrupa kökenli bu ailelerin Avrupa modasını ve adetlerini mahallelerinde hayata geçirmesiyle, semt Moda olarak anılmaya başlandı. Moda, en özet haliyle bu şekilde oluşmuştur.

Moda’nın günümüze kalan köşkleri

Günümüzde Moda’yı Moda yapan malikâne ve köşkler yıkılıp yerlerine çok katlı apartmalar yapıldı. Ama yine de bu köşklerin bir kısmını hâlâ görmek mümkündür. Bu yazı bu köşklerin ayakta kalan 13’ünü konu alıyor. Okuyucuyu tarihi köşkler üzerinden bir “Moda Tarihi” okumasına davet ediyor. Başlayalım.

Moda’yı Moda yapan aristokrat ailelerden geriye kalan tek köşk (Fredrichi’lerin Evi)

Moda’ya yerleşen ilk ailenin Tubiniler olduğundan bahsetmiştik. Aileden olan Anet Tubini hayatını İtalyan asıllı tüccar bir aileden olan Fransuva Fredrichi’yle birleştirince Fredrichi Ailesi de Moda’ya yerleşmeye başlamışlardı. Uzun yıllar bu köşkte yaşamışlardır. Köşk, Moda’yı Moda yapan aristokrat ailelerden geriye kalan tek köşktür. Tubini Ailesi’nden geriye kalıntı bile kalmazken, Lorandolar’dan bahçe duvarı hariç hiç bir şey kalmadı. Bu sebeple köşkler tanıtımımıza bu köşkle başlıyoruz. Görmek isteyen için köşk, Fazıl Paşa Sokak’da bulunuyor.

Moda’da İngiliz kolonisinin izi
(Mr. Dowson Evi)

Moda’da ikamet eden levanten nüfusun önemli bir kısmını İngiliz kökenli aileler oluşturuyordu. (Yeri gelmişken belirtmekte yarar var. Levanten, doğuda yaşayan Avrupa kökenli kişilere denir.) Ticaretle uğraşan bu aileler Moda’nın farklı yerlerine köşkler ve kiliseler inşa ettirmişler, 150 yi bulan sayılarıyla Moda’da bir tür İngiliz kolonisi kurmuşlardı. Koloninin bireylerinden biri de Mr. Dowson’du.

Mr. Dowson 1895-1900 yılları arasında, şu an Yusuf Kamil Paşa Sokağı’nın olduğu yere birbirinin aynısı iki köşk yaptırdı. Köşklerden birinde kendisi diğerinde oğlu kalıyordu. Yalnız, köşklerinde uzun zaman ikamet etmediler, satıp İngiltere’ye gittiler.

Mr. Dowson’un oğlu için yaptırdığı köşk yıkılıp yerine apartman yapıldı. Kendisi için yaptırdığı köşkü ise 1984 yılında Barış Manço satın aldı. Barış Manço’nun vefatı üzerine köşk, Barış Manço Müzesi olarak hizmet vermeye başladı.

Küçük Moda Malikânesi
(Lorando Malikânesi’nin kalıntısı)

Bir zamanlar Küçük Moda demek, Lorandolar demekti. Lorandolar, Moda’nın tarihine yön veren varlıklı ailelerdendi. Ailenin resi Jean Lorando, dönemin önemli sarraflarındandı ve Sultan Abdülaziz’e borç para verecek kadar zengindi. Malikanelerini Küçük Moda Burnu’na inşa etmişlerdi. Bu malikâneden günümüze malikânenin bahçe kapısı dışında hiçbir şey ulaşamadı. Kalıntıyı, Şair Nefi Sokak’tan Küçük Moda Burnu’na doğru ilerlerken solda görebilirsiniz.

Antipa’nın köşkü

Moda Burnu’nda Ferit Tek Sokağı’nda bulunan köşk, Dr. Andreas Antipa adlı Yunanlı bir hekime aitti. Dr. Antipa’nın bu köşkte ne kadar oturduğu bilinmiyor. Sürekli Yunanistan’da yaşamış ve orada ölmüştür.

Köşkte, 1. Dünya Savaşı sırasında Mehmet Ali Paşa adlı bir asker kiracı olarak kalıyormuş. Ailevi bir sebeple bu köşkte intihar etmiş. Sonrasında köşkü Tokyo büyükelçiliği yapan Ferit Tek satın almış. Sokak, adını bu kişiden alıyor.

 Mermerden konak
(Mahmut Muhtar Paşa Köşkü)

Moda’da levanten ve gayrimüslim ailelerin dışında sayıca az olsa da Müslüman-Türk yerleşimine ait köşkler bulunuyordu. Bunlardan biri Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’dür.

Mermerlerle kaplı olduğu için Mermer Konak olarak da adlandırılan köşk, 1886 yılında James Baker adlı bir İngiliz tarafından yaptırılmıştı. J. Baker uzun yıllar ailesi beraber bu köşkte yaşamışlardı.

Köşkü 1897 yılında Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın kızı Prenses Nimetullah Hanım satın aldı ve eşi Mahmut Muhtar Paşa’yla burada yaşadılar.

Mahmut Muhtar Paşa’nın 1935 de, Nimetullah Hanım’ın 1945 de vefatı üzerine köşk, çocuklarına kaldı. Aralarında bir anlaşmazlık çıkınca, köşkte bulunan değerli eşyaları açık bir müzayedeyle elden çıkardılar. Binayı ise Milli Eğitim Bakanlığına sattılar. Bina 1957 de Kadıköy Kız Lisesi olarak kullanılmaya başlandı. Sonrasında Kadıköy Lisesi oldu. Şuan kullanılmayan bir köşk olarak lise bahçesinde hazin bir şekilde duruyor.

Görkem ve trajedi
(Doktor Mahmut Ata Bey Evi)

Moda’nın bir başka meşhur Müslüman-Türk konağı da Doktor Mahmut Ata Bey’in Evi’ydi.

Doktor Mahmut Ata Bey, Kadıköy’ün en ünlü kadın-doğum uzmanıydı. Şifa Sokağı’nda bulunan köşkünü 1930 lu yıllarda yaptırmıştı. Köşkte hem kendisi oturur, hem de binanın bir katında kurduğu 6 yataklı hastanesini işletirdi. Şatafatlı bir hayat yaşamıştır. Kadıköy sokaklarında iki kapılı spor arabasıyla gösterişli sürat denemeleri yapmasıyla ünlüydü. Ama bazen insan ne oldum değil ne olacağım demeli. Hayat bu, kötü sürprizler yapabilir. Hikayesinin sonunu Müfid Ekdal’ın Kadıköy Konakları adlı eserinden okuyalım.

” Mahmut Ata Bey’in ailesi pek az insana nasip olan görkemli bir hayat sürdükten sonra feci bir şekilde çökmüş, geride hiç kimse kalmadan yok olup gitmiştir.”

Sultan 2. Abdülhamit’in doktorunun köşkü
(Dr. Arif Sarıca Paşa Köşkü)

Moda Caddesi’nden Moda İskelesi’ne doğru giderken solda kalan köşk, Sultan 2. Abdülhamit’in doktoru Arif Sarıca Paşa’ya aitti.

Arif Sarıca Paşa, 1885 de Sultan 2. Abdülhamit’in vücudunda çıka bir çıbanı iyileştirmiş o vakitten sonra Yıldız Sarayı doktorluğu mertebesine yükselmişti. Arif Sarıca Paşa’nın kardeşi Ragıp Sarıca Paşa, Sultan 2 Abdülhamit’in gözde bürokratlarındandı. Onun da Caddebostan’da deniz kıyısında muhteşem bir köşkü bulunuyor.

Arif Sarıca Paşa 5 katlı, yontma taştan yapılan köşkünü 1903 yılında Moda’ya bir çok köşk yapan Rum kökenli Pape Kalfa’ya inşa ettirmişti.

Karikatürist Cemil Cem’in Evi

Cem Sokak’ta Assompsion Kilisesi’nin karşında buluna bu köşkte, Çağdaş Türk kari­katür sanatının ilk ustası sayılan Cemil Cem yaşamıştır.

Cemil Cem tarafından 1937 de satın alınan köşk, 1909 yılında Romanya büyükelçisinin kızları için yaptırılmış iki köşkten biri. Diğeri günümüze ulaşamamış. Bu köşk ise hâla Cem ailesine ait ve Saklıbahçe adlı bir restoran olarak hizmet veriyor.

(Cemil Cem ve iki karikatürü)

Prof. Dr. Şevket Salih Soysal Köşkü

1900 yılında bir Rum tarafından yaptırılan köşk, sonrasında bir Türk aileye satılmış. Prof. Dr. Şevket Salih Soysal köşkü 1951 yılında satın almış. Yaz-kış ikamet ettiği köşkünün küçük bir bölümünü muayene olarak kullanıyormuş.

Mühürdar Caddesi üzerinde bulunan köşk, şu an Palmiye Anaokulu olarak hizmet veriyor.

Osmanlı’nın zor zamanlarının tanığı
(Hariciye Nazırı Reşit Paşa Köşkü)

Bahariye’de Kuzu Kestanesi Sokak’ta bulunan köşk, Osmanlı’nın son dönem hariciye nazırlarından (dış işleri bakanı) olan Reşit Paşa’ya aitti. Reşit Paşa, Osmanlı’nın en zor dönemlerinden biri olan 1. Dünya Savaşı sonrası nazırlık yapmıştı. Köşk, paşanın 1924’deki vefatından sonra bir süre Bahariye İlkokulu olarak kullanılmış. Şu an Kadıköy Kaymakamlık Binası olarak kullanılıyor.

Bir tahta oymacılık sanatı harikası
(Bursalı Rıza Bey’in Köşkü)

Bahariye’de Şair Latifi Sokağı’nda bulunan, ön cephesini süsleyen tahta oymacılık sanatıyla büyüleyen köşk Bursalı Rıza Bey’e aitti. Köşkü kendisi yaptırmamış ama 1924 satın aldıktan sonra köşkün ön cephesini kendisi süsleterek, köşkü adeta yeniden yaratmış. Köşke bakarak Bursalı Rıza Bey’in rafine zevklerinin olduğunu anlayabiliyoruz.

183 adet kitabın yazıldığı ev
(Cemal Kutay’ın Evi)

Bursalı Rıza Bey’in Evi’nin bitişiğinde bulunan köşk, tarihçi Cemal Kutay’a aitti.

Köşk, 1899 yılında Ermeni Patriği’nin ikametgahı olarak yaptırılan bir kaç köşkten biri. Ama Patrik, burada hiç oturmamış. Bartınlı bir yumurta tüccarına satmış.

Evi, 1946 yılında Cemal Kutay satın almış. Kutay, bu evde 183 adet kitap yazmış.

Agah Bey Köşkü

Köşkün ilk sahibinin Agah Bey olduğu söyleniyor. Ama bu, kesin bir bilgi değil. Kesin olan, Bahariye’de Şair Latifi Sokağı ile Sefa Sokağı’nın kesiştiği noktada bulunan köşkün Kadıköy’ün en güzel köşklerinden biri olduğu. Köşkün ne zaman yapıldığı da tam olarak bilinmiyor. Bu köşkte Antipa Köşkü gibi bir intihara ev sahipliği yapmış.

Vakti zamanında -muhtemelen 90 larda- köşkün genç ve güzel bir sahibesi varmış. Bir bunalım sonucu tabancayla bu köşkte intihar etmiş. Olay medyada yer almış. Haberlerini aradım ama bulamadım. Belki siz bir şeyler biliyorsunuzdur.

Çirkin ördek yavrusu Karacaahmet Mezarlığı’nda

$
0
0

“Ölmedim, uyuyorum”

Kırların, çimenlerin arasında uzun zaman kuluçkaya yatan bir ördek varmış. Sıkıcıymış yumurtaların üzerinde günler süren bu kuluçkaya yatma meselesi ama ne yaparsın, analık işte. Ördek ana bir gün yumurtaların tek tek çatlayıp, yavruların doğumunu görünce sevinçten ağzı kulaklarına varıyor vak vak diyormuş. Ama yumurtaların en iri olanı bir türlü çatlamak bilmiyormuş. Sonunda günler günleri kovalamış ve yumurta çatlamış.

Anne, yumurtadan kafasını çıkaran yavruyu daha ilk gördüğünde yavrunun farklı olduğunu anlamış. Çünkü hem diğer yavrulara nazaran daha iriymiş hem de gri renkteymiş. Neyse demiş anne ördek, zamanla değişir.

Zaman ilerliyormuş, günler günleri kovalıyormuş ama yavru ördek hala gri renkteymiş. Kardeşleri onunla “çirkin ördek yavrusu” diyerek dalga geçiyorlarmış. Biz böyle birini aramızda istemiyoruz diye söyleniyorlarmış. “Senin gibi çirkini kedi kapsa da kurtulsak” diyorlarmış. İtip kakıyor, ısırıyor, alay konusu yapıyorlarmış. Oyunlarına almıyorlar, dışlıyorlarmış. Ama  gururluymuş çirkin ördek yavrusu. Yalvarmazmış.  Ne olur beni de aranıza alın demezmiş.

Bir gün alıp başını gitmiş çirkin ördek yavrusu. Kendine yaşayabileceği yeni bir yer aramış.

Uça uça yaban ördeklerinin bulunduğu bir bataklığa gelmiş. Geceyi orada geçirmiş. Sabah olunca uyanan yaban ördekleri bir de bakmışlar ki yanlarında yabancı biri var. Sen de kimsin diye sormuşlar. İncelikle bütün ördekleri selamlamış çirkin ördek yavrusu. ” Çok çirkinsin ama burada kalabilirsin” demişler sonra ama tek bir şartla ” bizim kızlardan birine takılma.”

Zaten çirkin ördek yavrusunun da evlenme gibi bir düşüncesi yokmuş. Kalacağı, ait olabileceği bir yer lazımmış ona. İki gün kalmış orada. Bataklığın suyundan içmiş, sazların arasında keyif yapmış. Üçüncü gün ” Dan! Dun” sesleriyle uyanmış. Yaban ördekleri havaya uçuyor “Dan dun” diye sesler geliyor, sonra kanlar içinde bataklığa düşüyorlarmış. Korkusundan hiç hareket edememiş. Terk etmeye karar vermiş. Burası kalabileceği bir yer değilmiş çünkü.

Akşam olurken yoksul bir köylünün kulübesine varmış. Rüzgar sert esiyormuş. Kulübenin sıcak olabileceğini düşünerek içeri girmiş. Geceyi rahat mı rahat, sıcak mı sıcak bir ortamda mışıl mışıl uyuyarak geçirmiş. Sabah kalktıklarında yaşlı bir kadından, bir kediden ve bir tavuktan oluşan ev ahalisi bir de bakmışlar ki evde yabancı biri var. Yaşlı kadın sevinmiş, avuçlarını ovuşturarak tavuktan sonra artık ördek yumurtamız da olacak demiş. Ama çirkin ördek yavrusu yumurtlayamıyormuş. Zorluyormuş ama bir türlü başaramıyormuş. Tavuk sormuş ” Ne zaman yumurtlayacaksın?” ” Ben yumurtlayamam” demiş çirkin ördek yavrusu. Tavukta o zaman demiş ki, “sus ve otur oturduğun yerde.”

Çirkin ördek yavrusu bakmış olacak gibi değil “Ben”” demiş “sanırım dünyayı dolaşsam iyi edeceğim.”

Tıpkı bu masalın yazarı Hans Cristian Andersen gibi.

Bir çirkin ördek yavrusu olarak Andersen

Kocaman elleri ve ayakları olan, koskocaman bir burnu bulunan, upuzun boylu, biçimsiz görünümlü, üstelik çirkin bir sese sahip olan Andersen’de böyle biriydi. Çirkin ördek yavrusu gibiydi. Kaderi de çirkin ördek yavrusunun kaderiydi. Toplumdan farklı biriydi. Bu yüzden de sürekli dışlandı Andersen. Bir yer de tutunamadı. Dünyayı dolandı. Ne bir ailesi oldu ne de bir evi. Otellerde kaldı hep. Yurtlarda, malikanelerde… Hep gezdi. Hayatının dokuz yılını dünyayı gezerek geçirdi.

Hans Cristian Andersen, Danimarka’da yoksul bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldiğinde yıl 1805’ti. Baba ayakkabıcılık, anne çamaşırcılık yapıyordu ama tek gözlü bir odada yaşayayacak kadar yoksuldular.

Oyuncak olarak hayalgücünden başka pek de bir varlığa sahip olmayan Andersen kendi oyuncaklarını kendisi yaratıyordu. Bir oyuncak tiyatrosu yapmıştı mesela. Kuklalarını giydirmiş dekorlarını hazırlamış kendi uydurduğu oyunları oynatıyordu. Bazen de Şekspirin oyunlarını oynatıyordu. Öyleki şekspirin bir çok oyununu ezbere biliyordu. En büyük tutkusu tiyatro sanatçısı olmaktı. Bu amaçla 14 yaşında Kopenhag’a gitti ama başarılı olamayacağını anlayınca zamanının çoğunu  çocuklarla geçirmeye başladı. Saatlerce yanlarında oturuyor, onlara peri masalları anlatıyordu. Zaman zaman da yanında taşıdığı makasını ve kağıtları çıkarıyor, ayaküstünde çocuklara elişi örnekleri hazırlıyordu. Kestiği kağıtlarla ip üzerinde dans edenleri canlandırıyor ya da kağıttan leylekler, kuğular yapıyor ırmağın üzerinde yüzdürüyordu. Masalları 150’den  fazla dile çevrilecek olan  masal üstadı böyle yetişiyordu.

70 yıllık hayatına 150’den fazla masal, 1000’den fazla şiir, 5 gezi kitabı, 6 roman, 30 yakın opera metni ve oyun sığdırdı.

Sayılardan da anlaşılabildiği gibi oldukça üretken ve verimli olan Andersen esas ününü masallarıyla sağlamıştı. İlk masalını yazdığında 17-18 yaşındaydı. “Don yayğından mum” adını taşıyan masal, 6 sayfadan oluşuyordu ve iç güzelliği farkedilene kadar ihmal edilen, kirlenen saygıdeğer bir mumun acıklı hikayesini anlatıyordu.

Andersen’in masalları

150’den fazla masalı olan ve masalları 150 den fazla dile çevrilen Andersen’in bi’çok masalı mutsuz sonla bitiyordu. Hatta mutsuz sonla bitmeyenlerin de bile bir çeşit mutsuzluk vardı.

Andersen çocukluğunda büyük acılar çekmiş ve bunu masallarına yansıtmıştı. Onun masalları diğer masallara pek benzemiyordu. Bu masallar yaratılmış en özgün masallardı. Masal deyince akla ilk eğlence, mutlu son, hoşça vakit geçirme gelirdi. Ama onun masalları eğlendirmez, aksine hüzünlendirirdi okuyucuyu. Okur, bu masallarda gerçek bir yön arardı. Çünkü okur, Andersen’in hayatını okurken farkına varacaktı ki bu masallar otobiyografik izler taşırdı. Andersen hayat hikayesini fazlaca yansıtmıştı masallarına.

Tolstoy, Andersen’in masalarını okuyunca Andersen’in çok yalnız bir adam olduğunu bir anda bütün açıklığıyla hissetmişti. Gerçi hayatını bilmiyordu ama serserice bir yaşam sürdüğünü, çok gezdiğini tahmin etmişti.

Ölmedim uyuyorum

Ölüm, Andersen’in en büyük korkularından biriydi. Hatta diri diri gömülerek ölmekten öylesine korkuyordu ki, yatağının yanında büyük puntolarla yazılmış ” Ölmedim, uyuyorum” levhasını asılı tutardı hep.

Masallarında sıkça kullandığı temalardan biriydi, ölüm.

Papatya masalında güzel bir papatyayla bir özgür  kuş vardı mesela ama masalın sonunda kuş kafese kapatılıp ölüyor, papatya da koparılıp yolun kenarına fırlatılıyordu. Dayanaklı Kurşun Asker masalındaysa kurşun asker sobanın içinde eriyordu. Kibritçi kız kibritleri tükendiği için soğuktan donarak ölmüştü. Gül Perisi masalı korku filmlerini aratmayacak kadar korkunçtu mesela. Mutlu bir çift sevgili vardı ama kızın abisi bu aşkı istemiyordu. Sonuçta kızın abisi bir plan kuruyor ve erkeğin başını kesip ağacın altına gömüyordu. Sonrasında kız  sevgilisinin kesik başını alıp saksının içine koyuyordu. Sonra abisi ölüyor, kız ölüyor saksıyı birisi alıyor  elinden düşürüyor saksı kırılınca kesik baş ortalığa dağılıyordu.

Ölüm neden bu kadar ilgilendirmişti Andersen’i. Hani insan korktuğunu merak eder ya, onun için mi? Yoksa korkusuyla yüzleşmek için mi?

Geziye çıkmak yaşamaktır

Bir mektubunda “Geziye çıkmak yaşamaktır” diyordu “İşte o zaman yaşam canlanır, zenginleşir, insan bir pelikan gibi kendi kanıyla değil doğayla beslenir.”

Önceleri kendi ülkesinde küçük çaplı geziler yapan Andersen, ilk kapsamlı gezisini 28 yaşındayken Fransa, İsviçre, İtalya ve Almanya’yı dolaşarak yapmıştı. Avrupa’yı ülke ülke dolaşan Andersen gezmediği zamanlar seyahatnameler okuyarak  seyyah ruhunu canlı tutuyordu.

35 yaşına geldiğinde Avrupa’da gezmediği ülke kalmamış gibiydi. Doğuya gitmek istiyordu. O zamanlar Avrupa’da Doğu seyahati yapmak, merakı da aşan adeta moda tarzında bir şeydi. Doğu’yu gezmeden seyyah sayılmazdınız. Şarttı Doğuyu gezmek. Çünkü 19. yüzyılda Avrupa Doğu’yu merak ediyor, geziyor ve  Doğu üzerinden kendini tanımlıyordu. Kendisinin ne kadar uygar ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren bir aynaydı Doğu.  Büyüklenmek için böbürlenmek için Doğu’ya seyahat fırsattı. Kibir gani ganiydi maşallah.

1840’ın ilkbaharında bir seyahat planı hazırladı. Seyahati Viyana’dan kalkacak bir gemiyle başlayacak Tuna nehri üzerinden Karadeniz’e oradan da İstanbul’a uzanacaktı. Gezinin maliyet kısmını da Melez adlı oyunun sahnelenmesinde elde edeceği kazançla yapacaktı.  Bir ölüm bu planın üzerine bir kabus gibi çöktü. Kral 6. Frederick’in vakitsiz ölümü oyunun sahnelenmesini geciktirdi. Gezi de iptal edildi.

Yılmadı tabi Andersen. Doğu gezilecekti. Yeni bir plan yaptı. Plana göre sonbaharda Almanya’dan yola çıkacak Kuzey İtalya üzerinden Roma, Napoli, Malta ve Atina’ya oradan da  İzmir’e uğrayacaktı. Çanakkale Boğazı yoluyla Nisan 1841’de İstanbul’da olacak, 36. yaşını Boğaziçi’nde balık yiyerek kutlayacaktı.

Andersen Gelibolu’daki cambazlıkları

Nisan’dı. Gemi Atina’dan yola çıkalı üç gün olmuştu. Gemi, Çanakkale Boğazı’nda bir tarafına Asya bir tarafına Avrupa kıtasını almış  ortalama süratiyle ilerliyordu. Andersen bu manzarayı kaçırmak istemiyordu. Kıyıyı izlemek için geminin küpeştesine doğru yöneldi.

Türk kadınları oturuyordu burada. Amacı Asya ve Avrupa kıtalarına yarenlik yapan kıyıyı izlemekti ama hanımlara bakmadan da edememişti. Yemek yiyorlardı ve yaşmaklarını indirmişlerdi. Güzel görünüyorlardı. Yüzlerinde Asya’nın gizemli çekiciliği vardı. Demesine göre kadınlar da Andersen’i süzmüşlerdi. Hatta aralarında en genç ve en güzel olanı pek neşeliydi ve yanındaki yaşlı kadına Andersen’den bahsetmişti. Orası darı ambarı mıydı? Ve Andersen aç bir tavuk muydu yoksa?

Çok geçmedi. Uyarıyı yedi Andersen. Fazlaca bakmıştı herhalde. Yoksa bakıp bakıp hülyalara mı dalmıştı? Genç bir Türk yanına yaklaşmış Fransızca konuşarak, peçesiz kadınların yüzlerine bakmanın ülkesinin geleneklerine aykırı olduğunu söylemişti. Hanımlarının kocalarının nasıl ciddi bir tavırla kendisini süzdüklerini anlamış mıydı? Yok eğer anlamadıysa başka yollardan anlatılabilirdi kendisine. Andersen akıllı adam olsa gerekti. Morarmış bir gözle, hırpalanmış bir bedenle İstanbul’a girmek istemezdi herhalde.

Küpeşte de rastladığı bu aile, kahve tütün çubuğu içen aile reisiyle, yaşmaklı kadınları ve zenci halayıklarıyla tam bir şark görüntüsü sunuyordu. Aileyi tanımak istemişti.

Ailenin en büyük kızı babasına kahve tütün çubuğu ikram ederken, küçük kızları da aralarında koşuşturuyordu. Bu tür durumlarda ailenin yanına yaklaşabilmek için en geçerli çözüm ailenin çocuklardan biriyle ilgilenmekti.

Henüz üç-dört yaşında olan kızların en küçüğüyle ahbaplık edip, meyve verip şakalaşmak istedi. Ama bu küçük vahşi keçi kaçıp, zenci halayıklardan birinin arkasına geçti ve kadının uzun peçesinin altına sadece dışarıdan yüzü görünecek bir şekilde gizlendi. Bir yandan kahkaha atarken bir yandan da öpücük verecekmiş gibi dudaklarını uzattı sonra da kıkırdayarak ablasının yanına koştu.

Ablası altı yaşında çok güzel bir kız çocuğuydu. Bu yaşmaksız Türk kızı sarı çizmelerinin üzerine keçi derilerinden terlikler geçirmişti, açık mavi ipekli şalvar, kırmızı çiçekli bir elbise ve siyah kadifeden yapılmış, kalçalarına kadar inen ceket giymişti; aralarında küçük altın paralarında bulunduğu kalın saç örgüleri omzundan aşağı sarkıyordu. Başına simli kumaştan bir başlık takmıştı.

Hemen can ciğer dost oldular küçük kızla. Küçük kız  oyuncağını gösterdi. Her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçiminde bir su testisiydi bu. O an Türkçe biliyor olabilmeyi çok istemişti Andersen. Çünkü hemen bir masal uydurup anlatacaktı ona.

Küçük kızı dizlerinin üzerine oturttu o da küçük elleriyle yanaklarına dokundu. Züleyha gözlerinin içine öyle sevgiyle öyle güvenle bakmıştı ki onunla konuşmak zorunda hissetmişti. Danimarka dilinde bir şeyler söyledi. Küçük kız o kadar gülmüştü ki bu sözlere kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Şimdiye kadar hiç duymadığı ve kendisi için uydurulan bir tür kuş dili olduğunu  zannetmişti herhalde.

Gemi Çanakkale boğazından Marmara denizine doğru yol alırken Asya’nın küçük kızı  ona bir öpücük kondurmuştu. Adı Züleyha’ydı.

Solda yer alan Gelibolu kenti, nedense kapkaranlıktı. Beyaz, yüksek minareler hesaba katılmazsa Kuzey İsveç’teki kentlere benziyordu.Küçük bahçelerin içindeki evlerin çatıları, Kuzey ülkelerindeki evlerin çatıları gibi dik ve kırmızıydı çünkü. Evlerin çoğu hayli dalgalı olan ve buz gibi rüzgarların estiği denize doğru sıralanmıştı.

Akşam yemeğine doğru Poyraz sert esmeye başlamıştı. İtalya’dan itibaren gemiyle yolculuk yaparak tüm güney denizini dolaşan Andersen ne bu kadar sert ne de bu kadar soğuk bir rüzgarla karşılaşmıştı. Deniz kopkoyu ve köpük köpüktü. Dalgalar geminin ana direğine çarparak ön tarafta oturan Türklerin üzerine boşalıyordu. Hatta bir tanesi öylesine kuvvetli bir dalga yemişti ki sırılsıklam olan cüppesini silkelemek ve su dolan başlığını boşaltmak zorunda kalmıştı.

“Ben denize dayanıklı bir yapıdayımdır; ancak bu rüzgar tıpkı kuzeydeki gibi dayanılmaz derecede soğuk” diyordu Andersen. Bahsettiği Poyraz’dı. Poyraz Marmara’nın olduğu kadar İstanbul’unda meşhur rüzgarlarındandı. Bu memlekette birçok şey bu rüzgara göre ayarlanırdı. Bu rüzgar sayesinde İstanbul’dan  Atina’ya 3 günde de gidebilirdiniz, 30 günde de. Poyraz bilirdi. O, bir tür Poseidon’du.

Akşam yemeğinden sonra Marmara sahilleri görününce deniz biraz durulmuştu. Batmakta olan güneş, yemyeşil ağaçlı ve mermer kayalı Marmara Adası’nın üzerine son ışıklarını gönderiyordu. Bir masal üstadı olarak, Binbirgece Masalları’nı hatırladı bir an. Çok soğuk olmasına rağmen kendisini bu harkulade masallardan birinin içinde hissetmişti.

Andersen İstanbul’da

Zor bir geceydi.  Fırtına şiddetini artırmıştı. Kamarasına çekilip, ranzasına uzandı. Zaman bir sümüklüböcek olmuş kamarasının ahşap duvarlarında ağır ağır dolanıyordu. Saatine baktı. Daha gece bile olmamıştı. Zaman nasıl da ağır ilerliyordu.

Gözlerini açtığında geceki fırtınanın ardından doğan sabah güneşi bulutlar ve sisle mücadele halindeydi. Arkalarında Marmara Denizi koyu yeşil dalgalarla köpürüp koşarken, önlerinde dev hayal kenti İstanbul uzanıyordu.

Boğazın her iki yakasında karşılıklı  uzanan ve sayıları yüzleri bulan kubbeli, altın alemli camiler Nuh’un Gemisi’ne benziyorlardı. Gri bulutlu gökyüzünün içinde pırıl pırıl parlayan minareler göğe uzanan zarif sütunlar gibiydiler. Aşı boyalı binaların, camilerin arasından, mezarlıklardan serviler arabeskvari boylarını uzatmışlardı.

Karacaahmet Mezarlığı

Asya’da serviler binaların, camilerin arasından başını uzatmamış uçsuz bucaksız bir orman oluşturmuştu adeta. Burası Türklerin Asya yakasındaki en büyük kabristanıydı, Karacahmet Mezarlığı’ydı.  Andersen’in duyduğuna göre ya da bir masal üstadı olarak uydurduğuna göre bu kabristanın alanı öyle genişmiş ki buğday ekilse bütün kenti doyururmuş, burada ki bütün mezar taşları kullanılsa İstanbul’u kuşatacak yeni bir sur inşa edilebilirmiş.

Karacahmet Mezarlığı nüfusu milyonları bulan, göğe uzanan servileriyle hayata bağlanan birbirinden sanatkârane mezar taşlarıyla sanat bahçesini andıran ölümün mekânı, hayatın namekanıydı.

Karacahmet Mezarlığı sadece İstanbul’un değil üç kıtaya yayılmış yüzölçümü milyonlarca kilometrekareyi bulan Osmanlı topraklarının en büyük mezarlığı olup, dünyanın da sayılı mezarlıklarındandı. Mezarlığın tarihi 1352 tarihine kadar uzanıyordu. Hatta bir iddiaya göre Araplar 7 .yüzyılda İstanbul’u kuşattıklarında şehitlerini buraya gömmüş olduklarından mezarlığın tarihini 7. yüzyıla kadar götürmek mümkündü. İster birinci iddia ister ikinci iddia doğru olsun Karacahmet’te tek bir Bizans lahtine ve mezartaşına rastlanmaması Karacaahmet’i tam bir Müslüman mezarlığı yapıyordu. Mezarlığa ölülerini gömmek için ilk kazmayı Müslümanlar vurmuştu.

Mezarlığın tarihini Araplarla başlatan iddia bir kenara bırakıldığında, Orhan Gazi’nin 1352 yılında Üsküdar’ı fethetmesinden sonra Üsküdar, Müslüman yerleşimine konu olmaya başlamıştı. Zamanla yerleşimin artması sonucu nüfus çoğalmış, ahali de ölülerini buraya gömmeye başlamıştı. İşin ilginç tarafı Karacaahmet Mezarlığı’na sadece Üsküdar’daki ya da Kadıköy gibi yakın çevredeki cenazeler gömülmüyordu. Avrupa yakasından da cenazeler teknelerle buraya taşınıyordu. Hal böyle olunca bir iddiaya göre Karacaahmet’teki  mezar sayısı milyonu aşıyor hatta 150 milyonu buluyordu. Müslümanlarda cenazeleri üstüste gömmek gibi bir gelenek olmadığından Karacaahmet’in sınırları yıldan yıla genişiliyor, Türkler mezarlıklarına servi ağacını dikmeyi gelenek haline getirdiğinden Üsküdar’ın bağrında dev bir servi ormanı gün geçtikçe büyüyordu.

Seyyahlar ve Osmanlı mezarlıkları

İstanbul’a gelen bir çok seyyah  Osmanlı mezarlıklarıyla ilgili yer yer detaylı yer yer de bir kaç cümlecikte olsa bir şeyler karalamış, öyle gitmişlerdi. Çünkü Osmanlının mezarlıkları bakımsız olmaları,  kendi haline terkedilmişlikleriyle ölümün yalnızlığını iyi temsil ediyor,  mezartaşlarıysa sanatkàrane işçiliğiyle, başlıklarıyla, hat yazılarıyla bu yalnızlığa güzelleme yapıyorlardı. Hatta İstanbul’a birkaç kez gelen ünlü Fransız edebiyatçı Gerar De Nerval, İstanbul’da Boğaziçi’nden, saraylardan, köşklerden, sokaklardan  daha fazla mezarlıkları beğenmişti.

Karacahmet Mezarlığı, Hz. Muhammet’i Hicret’ten sonra evinde uzun müddet misafir eden ve Hz. Muhammet’in sancaktarlığını da yapan Eyyub El-Ensârî’nin türbesinin  bulunması nedeniyle Eyüp’ün, seyyahların kaldığı yere yakın olması vesilesiyle de  Büyük ve Küçük Mezarlık’ın gölgesinde kaldığından seyyahların pek dikkatini çekmemişti. Dikkat çeken varsa da seyahatnamesinde Üsküdar’dan bahsederken bir kaç cümlecikle geçiştirivermişti. Ama Andersen öyle değildi. Seyahatnamesinde  “Scutari Kabristanı” adı altında Karacaahmet Mezarlığı için özel bir bölüm ayırmıştı.

Türklerin en büyük mezarlığı neden Üsküdar’da?

Türklerin en büyük mezarlığı neden Üsküdar’da sorusu can alıcı olduğu kadar, gizemli bir soruydu.

Andersen bu sorunun cevabını ne tarihsel bir nedene ne de bir tesadüfe dayandırmıyor, bir medeniyet meselesine dayandırıyordu. Ona göre Türkler, kendilerini Avrupa’ya yabancı hissediyor bu yüzden ebedi huzura kavuşmak için bir Asya toprağı olan Üsküdar’ı seçiyorlardı.

1698’de İstanbul’a gelen seyyah La Motraye Türklerin en büyük mezarlığının Üsküdar’da bulunmasının nedenini dost muhabbetinde duyduğu bir söylenceyle açıklıyordu. Sakalı dizlerini bulan, yırtık pırtık elbiseli, sürekli gezip duran, dua  ederek insanları hak yoluna çağıran bir derviş işaret parmağını göğe dikmiş  Osmanlının bir gün Avrupada’ki bütün topraklarını kaybedeceği kehanetinde bulunmuştu. Kehanete inanan Türkler öldükten sonra bile Hristiyanların egemenliği altında kalmak istemediklerinden Üsküdar’daki bu mezarlığa gömülmek istemişlerdi.

Ama Müslümanların en büyük mezarlığının Üsküdar’da olmasının biricik nedeni ne Andersen’in dediği gibi bir medeniyet meselesi ne de La Motraye’nin dediği gibi göğe parmağını uzatan bir derviş meselesiydi. Osmanlı için inanç meselesiydi. Peygamber toprağı meselesiydi. Peygamber topraklarına bir nebze olsun yakın olma meselesiydi.

“Türkler doğan her çocuk için çınar ölen her kişi için servi dikerler”

Andersen, Karacaahmet Mezarlığı’nın devasa boyutta olmasını Türklerin, ölünün kabrini evi olarak görüp korumalarından ötürü bir ölünün üzerine bir başkasını gömmemelerine böylece mezarlığın gün geçtikçe büyümesine bağlarken, mezarlığın bağrında peyda olan dev servi ormanının varlığını Türkler’in doğan her çocuk için bir çınar ölen her kişi içinde bir servi dikilmesine bağlamıştı.

Ulu servilerin altında mezartaşları, biçilmiş ekin tarlaları gibi birbirine bitişik uzanmaktaydı. Eski, gerçek mümin olan Türklerin kabirleriyle yeni, yarı- Avrupalı neslin yattığı yerler kolaylıkla ayırdedilebiliyordu. Anlaşılan Andersen’e göre kendini mezartaşında bile belli eden bir tür “gerçek müminlik” vardı ve Asya’lıydı, Avrupa’dan uzaktı. Avrupa’ya yaklaştığınız oranda onu kaybediyordunuz üstelikte tam Avrupalı olamıyordunuz. Ancak “yarısı” olabiliyordunuz. Onunda bir kıymeti harbiyesi yoktu zaten.

Şarkta kadının hayatı adına “mahrem” denilen bir perdenin arkasında geçerdi. Kadın hep bu perdenin arkasına gizlenir, peçesini açıp etrafına bakan bir kadın gibi arasıra perdeyi sıyırır öyle izlerdi hayatı. Mezar taşlarına baktığı zaman aynı mahremliği görmüştü Andersen. Erkeklerin mezar taşlarında hayatlarına dair teferruatlı bilgiler yer alırken şu an tam da karşında durdurduğu mezar taşına yıldızlı bir nilüfer çiçeğinden başkaca hiçbirşey nakşedilmemişti. Ne bir yazı ne bir kelam göünüyordu. Kadın ölümünde bile örtülüydü şarkta, yabancılara mahremdi.

Andersen’in hayalleri

Gece mehtaplıydı. Kabirler servilerin altında sessiz ve yapayalnız yatıyorlardı. Gece mezarların üzerinde uykuya dalmıştı. Ağaçlar nasıl da karanlıktı.

Kargacık burgacık patikanın üzerinde kızıl güller gibi parıldayan bir nokta yavaş yavaş büyüyordu. Yaşlı bir adam atının üzerinde elinde iki fenerle yaklaşıyordu. Binlerce ölünün arasında yol alıyordu ama  ölüleri düşündüğü yoktu bu ihtiyarın, aklı dirilerdeydi. Şimdi ölülerin içinde yavaş yavaş salınan bu ihtiyar az sonra güzel ve işveli karılarıyla beraber yaşadığı zarif evinde yumuşacık minderlerine yayılarak vücudunu dinlendirecek, sıcak pilavını yiyip tütün çubuğunu yakacak, en genç hanımı yanaklarını okşarken diğerleri bir komedi oyunu olan gölge oyununu oynatacaktı. İhtiyar, binlerce kabirin arasında hayatı düşünüyordu. İhtiyar belki de şu an Fatiha okuyordu. Ama önemi yoktu bunun. Andersen böyle düşünüyordu.

İhtiyar, gözden kaybolduğunda etraf birden ıssızlaştı. Ne bir fener ışıldıyor ne de atlar geçiyordu yanlarından. Yalnızca ayak sesleri duyuluyor, ilk kadınını göğsüne bastıran İsmail kadar hoş, güçlü genç bir adam yaklaşıyordu. Az önceki ihtiyar gibi, yaklaşan bu genç adamın da aklında aynı düşünceler vardı. Bu genç adam sevişmek, her üzümün bağından tatmak isteyen biriydi ve kor haline gelmiş bir hayat gibi ölülerin kabirlerinin üzerinden geçerek sevgilisiyle buluşmaya gidiyordu.

Ölülere bakmıştı ama ölümü görmemişti Andersen. Ne cennet ne cehennem, ne Kuran ne İncil, ne günah ne sevap ne de kabir azabı. Tüm ilhamını hayattan alan hayata hayat katan, hayatın biricik enerjisi olan aşkı ve seksi görmüştü. Hem ölümün mekânına gitmişti hem de onu düşünmeden geri dönmüştü. Ölümden ölesiye korkuyordu çünkü. Ondan uzaklaşmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Yatağının yanına büyük puntolarla yazılmış ” Ölmedim, uyuyorum” levhası bir klasiktir.

Ama korku en güçlü duyguydu. Sizi ittiği kadar çekerdi de. Bazen ondan kaçardınız bazen de ona kaçardınız. Karacaahmet Mezarlığı’na gitmesi korkunun bu çekimindendi. Kim bilir belki de onla yüzleşmeye, onu yenmeye gitmişti. Ama yenememişti. Görmemişti ki çünkü.

Topkapı Sarayı gezi rehberi 1 (Genel giriş)

$
0
0

Bu gezi rehberini bir yazı dizisi olarak hazırlıyorum. İster yazı dizisi olarak okuyun ister rehber olarak kabul edip sarayı bir güzergah halinde nokta nokta gezin. Dizi sekiz ayrı yazıdan oluşacak. Birinci bölümü budur. Bu yazı Topkapı Sarayı’na bir giriş niteliği taşıyor.

Osmanlı’da devlet nasıl yönetilir? Devlet yöneticileri nasıl bir eğitim görerek yetişirler? Osmanlı, yabancı devletlerin elçilerini nasıl karşılar? Ve bu elçiler neler yaşadılar? Padişahı ve sarayı nasıl anlattılar? Sarayın avlularında, köşklerinde, odalarında ve koğuşlarında neler yaşandı? Ve hangi tarihi kararlara ev sahipliği yaptı? Padişahlar ve törenler, Harem ve şehzadeler, divan ve enderun, imparatorluk hazineleri ve mukaddes emanetler, saray mutfakları, köşkler ve ahırlar, sergiler ve koleksiyonlar bu yazı dizisinin konusu. Tarihi gravürler, minyatürler, tarihi fotoğraflar, tablolar ve seyyahlardan, elçilerden hikâyeler…

Topkapı Sarayı’nın giriş kapısında bulunan kitabe ile serüvenimize başlayalım.

“Bu mübarek kale, Allah’ın desteği ve rızası üzerine, güvenliği sağlamak maksadıyla, Sultan Mehmet Han’ın oğlu Sultan Murad’ın oğlu, iki kıtanın padişahı ve iki denizin hakanı, insanların ve cinlerin üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğu’da ve Batı’da Allah’ın yardımcısı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye’nin fatihi ve fethin babası olan Sultan Mehmed Han’ın –Allah Teâlâ onun hükümdarlığını ebedi kılsın ve mekânını kutup yıldızlarından yüksek eylesin- emriyle 883 yılının mübarek ramazan ayında (Kasım 1478) imar ve inşa edildi.”

(Topkapı Sarayı’nın Saltanat Kapısı giriş kitabesi)

Fatih Sultan Mehmet, Topkapı Sarayı’nı 1478 yılında yaptırıp, sarayın ana giriş kapısı olan Saltanat Kapısı’na bu kitabeyi yazdırdığında; Osmanlı’nın sınırları yaklaşık 2 milyon kilometre kareydi. İki kıtaya yayılan sınırlar içinde Karadeniz ve Ege Denizi birer Türk gölleri haline gelmişlerdi.

Çok değil 70-80 yıl sonra Osmanlı’nın sınırları; Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na, Hazar Denizi’nden Adriyatik Denizi’ne, Kafkaslardan Balkanlara uzanmış, yüzölçümü 10 milyon kilometrekareyi bulmuştu. Osmanlı sultanı, iki kıtanın ve iki denizin sultanı değildi artık. Üç kıtanın, beş denizin sultanıydı: Asya, Avrupa ve Afrika’nın; Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz, Adriyatik ve Kızıldeniz’in.

Osmanlı’nın yayıldığı sınırlar şu an yaklaşık 50’den fazla devletin hâkimiyet alanı içinde. Somutlaştırmak için bazılarını sağ baştan sayalım.

Ortadoğu’da: Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Lübnan, Filistin, Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Yemen, Umman, KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti.

Kafkasya’da: Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan.

Balkanlar’da: Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Romanya, Moldova, Polonya, Estonya, Slovakya, Macaristan, Ukrayna, Arnavutluk.

Afrika’da: Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Sudan, Etiyopya, Somali, Fas.

Günümüzde bu toprakları her devlet kendi meşrebince yönetiyor. Oysa vakti zamanında tek bir yerden yönetiliyorlardı: Topkapı Sarayı’ndan.

1478 yılında yaptırılan Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı’na taşınana kadar aralıksız 378 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi oldu. 36 padişahın 25’i Osmanlı İmparatorluğu’nu buradan yönetti.

Osmanlı, sarayın Dolmabahçe’ye taşınma tarihi olan 1856’dan saltanatın kaldırılış tarihi olan 1922’ye kadar Dolmabahçe ve Yıldız saraylarını devlet yönetim sarayları olarak kullandı ama “ata yadigârı” olan Topkapı Sarayı’ndan asla vazgeçmedi. Saray, Dolmabahçe’ye taşındıktan sonra bile padişahlık makamına gelen Sultan Abdülaziz, 5. Murat, 2. Abdülhamit, 5. Mehmet Reşat ve 6. Mehmet Vahdettin tahta geçme törenleri olan “cülus törenleri”ni Topkapı Sarayı’nda gerçekleştirdiler. O bağı, hiçbir zaman kesmedi Osmanlı. Çünkü Topkapı Sarayı sadece bir takım köşkler ve kasırlardan oluşmuş bir saray değildi Osmanlı için. Ata yadigârıdır, atayla kurulan bağdır. Ve Osmanlı, atasına sıkı sıkıya bağlıdır. Tahta geçen bir padişahın, atası Fatih Sultan Mehmet’in türbesinden başlayarak Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın türbelerini ziyaret etmesi bu yüzdendir. Duasını eder ve atasına bağlılığını bildirir.

Ve padişahlar burada oturmasalar dahi ölüm halinde naaşları burada kefenlenir, şehzadelerin sünnetleri burada yapılırdı.
Topkapı Sarayı, mimari çizgilerinin görkem ve zenginliğinden çok Osmanlı için belli başlı geleneklerin bütünüdür. Bir baba ocağıdır her şeyden önce. Bu gelenek ve Osmanlı devlet anlayışı, Topkapı Sarayı’nın her bölümünde dikkati çeker.

Osmanlı’yı anlayabilmek için en iyi yerdir Topkapı Sarayı. İçinde yekpare Osmanlı tarihini barındıran kale içinde bir kale, şehir içinde bir şehirdir. Çinisinden hat’ına, kalemişinden sedef kakmasına Türk sanatlarının en güzel örnekleriyle bezenmiş ihtişamlı köşklerden, görkemli kapılarla birbirine açılan avlulardan, yan yana sıralanmış irili ufaklı odalardan, koğuşlardan, bahçelerden, binalardan oluşan dev bir tarihi labirenttir. Osmanlı’nın muhteşem ikametgâhıdır ki bu ikametgâhta ihtişam ve tevazu aynı anda barınır.

Topkapı Sarayı’nı tanımak, Osmanlı kültürünü en yüksek haliyle tanımaktır. Osmanlı’nın en üst düzey yöneticilerini yetiştiren Enderun Okulu, ülkenin yönetildiği en yüksek kurum olan Divan-ı Hümayun, sanatkârların tüm becerilerinin en yüksek düzeyde gerçekleştiği Nakkaşhane buradadır zira.

Topkapı Sarayı, ortadaki avluyu çevreleyen tek katlı odalardan oluşan yapısıyla bir tevazuluk abidesidir. Elçiler ve seyyahlar ve bilumum ziyaretçiler bunu defalarca ifade etmiştir. Bunlardan biriydi Hıristiyan tutsaklardan olan Muhlenbachlı Georg Birader. Şu sözler onun: “Gösteriş ya da aşırılıktan eser yok… Koskoca soylular ve prensler öyle bir sadelik içinde yaşıyorlar ki, kalabalık içinde kendilerini fark etmek imkânsız.” Hatta “Türk İmparatorluğu buradan mı yönetiliyormuş?” diye şaşkınca soru soran ziyaretçileri bile bu saray görmüştü.

Sarayda ihtişam; kendini köşkleri bezeyen Türk sanatlarında, törenlerde ve avlularda vuku bulan sessizlikte gösteriyordu. Avlular içinde kaç kişinin bulunduğuna bakılmaksızın daima sessizdi. Padişah bir elçiyi kabul ettiğinde gereğinden fazla konuşulmazdı. Ve padişahın ağzından, “peki” dışında pek bir şey çıkmazdı. Çoğu zaman vezirler, işaret dilleriyle haberleşirlerdi. İçoğlanları, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Sultan’ı çevreleyen saygı atmosferini büyütmek için başlatılan işaret diliyle konuşurlardı. Bu dil 17. yüzyıla gelindiğinde “işaretle her şeyin anlamını kavrayan” dilsiz uzmanlar tarafından öğretilmiş ve ikinci dil olarak sarayda Hırvatça’nın yerini almıştı. Sarayda saygı, kendini bütün gücüyle sessizlikte gösteriyordu.

Ve padişahın giyimi, kuşamı, yemesi, içmesi, ibadete gitmesi, okuması, yazması, yatması, uyuması gibi günlük yaşantısındaki hemen her şeyi törensel nitelikteydi. Padişahın kılıcını silahtarağa taşırdı, kaftanını çuhadarağa. Rikabdarağa padişahın üzengisini tutmakla görevliydi, tülbentoğlanı padişahın sarığının bakımını yapmakla. Padişah elini yıkarken peşkiroğlanı peşkirini, ibrikoğlanı ibriğini tutardı. Tırnakçıbaşı padişahın haftada bir tırnağını keserdi, çaşnigirbaşı yemeğinin tadına bakardı, hazinedarbaşı seccadesini sererdi, kilercibaşı şerbetini hazırlardı. Bu böyle uzayıp gider. Padişahın etrafında şekillenen bu görev zenginliği çok şaşırtıcıdır. Ve bu görevleri yapacak olan kişiler normal hizmetli değillerdir. Ya devletin en üst düzey yöneticileridirler ya da yöneticileri olacaklardır. Devlet, her biri birbirinden önemsiz ve komik gibi görünen bu görevleri yapan ya da vakt-i zamanında yapan “Enderunlu ağalar” aracılığıyla yönetilir. Peki, neden böyle? Bu yazı dizisinin konularından biri bu. Sadece bir mekânı gezmek değil, Osmanlı’da devlet nasıl yönetilir sorusunu da yanıtlandırmak aynı zamanda. Eski bir darbımeseldir, derler ki “Eğer zenginlik istiyorsan Hindistan’a git. İlim istiyorsan Avrupa’ya git. Ama saray görkemi görmek istiyorsan Osmanlı İmparatorluğu’na gel.”

Ve geldik. Evet buradayız. Osmanlı’yı anlayabilecek en iyi mekânda.

Osmanlı’da devlet nasıl yönetilir? Devlet yöneticileri nasıl bir eğitim görerek yetişirler? Osmanlı, yabancı devletlerin elçilerini nasıl karşılar? Ve bu elçiler neler yaşadılar? Padişahı ve sarayı nasıl anlattılar? Sarayın avlularında, köşklerinde, odalarında ve koğuşlarında neler yaşandı? Ve hangi tarihi kararlara ev sahipliği yaptı? Padişahlar ve törenler, Harem ve şehzadeler, divan ve enderun, imparatorluk hazineleri ve mukaddes emanetler, saray mutfakları, köşkler ve ahırlar, sergiler ve koleksiyonlar bu yazı dizisinin konusu. Tarihi gravürler, minyatürler, tarihi fotoğraflar, tablolar ve seyyahlardan, elçilerden hikâyeler…

Başlayalım.

Çocuklarla Osmanlı sarayları sohbetleri projesi vesilesiyle Erkam Radyo’nun konuğuydum

$
0
0

6. sınıf öğrencilerimle bu yıl gerçekleştireceğim tarih ve kültür odaklı proje olan “Çocuklarla Osmanlı sarayları sohbetleri” vesilesiyle Erkam Radyo’da Fahri Sarrafoğlu’nun konuğu oldum. Erkam Radyo tüm Türkiye’de yayın yapıyor. Bu minvalde son projemin ülke düzeyinde de tanıtımı gerçekleşmiş oldu. 15 dakikalık program çocuk, İstanbul, eğitim ve Osmanlı sarayları konulu. Söyleşi, çocuklarla İstanbul, eğitim ve Osmanlı sarayları konulu çalışmalar yapmak isteyenler için önemli bilgiler ihtiva ediyor. Meraklısı buyursun. Program kayıtı aşağıda.

 

 

 


Çocukların kalemiyle Osmanlı’nın 12 tarihi sarayı

$
0
0

Bu yazıyı 6. sınıf öğrencilerimden Rümeysa Duymaç ve Betül Uçan beraber kaleme aldılar. Bütün bu sarayları beraber gezdik. Gezi sonrası beraber çalışmalar yaptık, konu ile ilgili düşündük, tartıştık. Aynı zamanda bireysel olarak araştırma yaptılar ve çeşitli kitaplar okudular. Süreç sonunda bu konuda o kadar iyi oldular ki, Osmanlı saray kültürü dünyasını masaya yatıran iki radyo programına konuk oldular. Radyoda onları dinlerken, onlara hayran olmamak mümkün değildi. Çünkü daha 11-12 yaşındalar. Bu yazı aynı zamanda İstanbul’la ilgili özgün içerik üreten Mekteb-i Üsküdar Dergisi’nde yayınlandı. onları tekrar tebrik ediyor size de keyifli okumalar diliyorum.

Osmanlı’nın 12 tarihi sarayını geziyoruz

Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da 12 sarayı vardır. Bunların beşi saray, altısı kasır, biri köşktür . Ama biz bunların hepsini tarihi saray olarak sınıflandırıyoruz. Saraylar uzun süreli kullanımlar için yapılırken kasırlar günü birlik kulanım için yapılmışlardır. Bu yüzden kasırlarda yatak odası bulunmaz. Çoğunda yemek odası bile yoktur. Ayrıca kasırlar daha çok doğa resimleri ile süslenmişlerdir çünkü huzurlu bir ortam yaratılmak istenmiştir. Kasırlar biraz da padişahların hobilerini yapması için inşa edilmişlerdir. Saraylarda ise devlet işleri yapılır. Şimdi bu tarihi sarayları tek tek gezelim.

Topkapı Sarayı

Sultanahmet’te bulunan Topkapı Sarayı 1478’de Fatih Sultan Mehmet tarafından yapıldı. Saray küçük bir şehir gibidir. Çünkü şehirde bulabileceğiniz her şeyi burada bulabiliyorsunuz. 3 avludan oluşan sarayın içinde fırın, karakol, cephanelik, mutfak, ahır, çeşit çeşit köşkler, camiler, çeşmeler, kütüphane, Hekimbaşı Odası, Darphane, Arzhane, Enderun Okulu, Divan-ı Hümayun ve Adalet Kulesi gibi yapılar bulunur.

Ben, Topkapı Sarayı’nda en çok çinileri sevdim. Size de mutlaka görün derim. Mukaddes Emanetleri, Kaşıkçı Elması’nı, tarihi saatleri de görmeyi unutmayın.

1856’da Sultan Abdülmecit, Dolmabahçe Sarayı’na geçti. Yani 378 yıl boyunca burada 24 padişah, ailesi ve devlette çalışan kişiler kalmıştır.

Dolmabahçe Sarayı

Dolmabahçe Sarayı, Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılmıştır.1856 yılında kullanıma açılmıştır. Dolmabahçe Sarayı, deniz doldurularak yapılmıştır ve padişahın zevki değiştiği için yapılmıştır.

Dolmabahçe Sarayı 45.000 metrekarelik bir alana yapılmıştır. 285 odası,44 salonu ve 6 tane bizim dilimizde banyosu, onların dilinde hamamı vardır. Muayede salonu ve birçok oda kırmızı yoğunluktadır çünkü kırmızı güç ve asilliği gösterir. Hatta Kırmızı Oda adı verilen bir odası bile bulunmaktadır.

Kuşluk Bahçesi’ndeki kuşlar göz alıcıdır ayrıca Hasbahçe Kapısı’nda bulunan Sultan Abdülmecit’in tuğrasındaki defne yaprağını ben çok sevdim.

Dolmabahçe Sarayı’na gittiğinizde, yaklaşık 4,5 tonluk olan avizesini, Rusya’dan getirilen ayı postlarını, Atatürk’ün kaldığı odayı, Kırmızı Oda’yı, hamamlarını ve bahçelerini mutlaka görün derim.

Beylerbeyi Sarayı

Sultan Abdülaziz tarafından 1863 yılında yaptırılan Beylerbeyi Sarayı yabancı devlet adamlarını ağırlamak için yaptırılmış. Beylerbeyi Sarayı adından anlaşıldığı üzere Beylerbeyi’nde bulunuyor.

Sarayın bahçesinde anlamlı hayvan heykelleri dikkat çekiyor. Bu heykeller Osmanlı’nın ilk heykelleridir. Ayrıca salonun ortasında kocaman bir havuz vardır. İstanbul’un sınırlı sayıda olan bambu ormanlarından bir tanesi buradadır. Daha önce bir sürü hayvan olan bahçede artık hayvan yoktur. Tam denizin yanında olması çok harika ayrıca bu kadar harika olmasının sebebi birazda dış ülkeleri beğendirmek içindir.

Yıldız Sarayı

Yıldız Sarayı Beşiktaş’ta kocaman bir ormanın içinde bulunuyor. Bu ormana Yıldız Korusu diyorlar. Bu saray Sultan 2. Abdülhamit tarafından 1880’li yıllarda yaptırılmış. Sultan 2. Abdülhamit usta bir marangozmuş aynı zamanda. Bunun için bu sarayda diğerlerinden farklı olarak bir marangoz atölyesi de bulunuyor. Sarayın içinde Şehir üzesi de var. İstanbul’un şehir hayatında kullanılan aletler burada sergileniyor. Sarayın bir de tiyatrosu var. Mutlaka görün derim.

Çırağan Sarayı

Beşiktaş’ta bulunan Çırağan Sarayı Sultan Abdülaziz tarafından 1871’de yaptırılmıştır. Zamanında içi çok güzelmiş . Ama 1910’da yanmıştır. Günümüzde otel olarak kullanılıyor.

Aynalıkavak Kasrı

Kasımpaşa’da bulunan Aynalıkavak Kasrı Sultan 1. Ahmed tarafından 1603’te yaptırılmıştır. Daha sonradan Sultan III. Selim zamanında günümüzdeki şekliyle tamir edilmiştir. Kasırlar içinde en eskisi budur. Bunun için Topkapı Sarayı’nı ve medreseleri andıran bir çatı tipi var. Burada Sultan III. Selim beste yapardı. Beste yaptığı odanın duvarlarına besteler yazılmıştır. Bunun için kasırın alt katı Müzik Aletleri Müzesi olmuştur.

Ihlamur Kasırları

Beşiktaş’ta bulunan Ihlamur Kasırları’nı Sultan Abdülmecit 1850’lili yıllarda yaptırmıştır. Kasırın bahçesindeki kafeteryaya oturup orada tavşanlar, su kaplumbağaları ve tavuskuşları ile bir şeyler yiyip içmek çok hoştur. Kasrın en büyük özelliği girişteki aynalardır. Bu aynalar karşılıklı olarak yapıldığı için birine baktığınız zaman yansırlar ve derinlik kazanırlar. Böylece küçük bir kasır değil de kocaman bir saray görürsünüz. Ayrıca giriş kapısındaki bambudan masa ve sandalyeler çok hoş durur.

Küçüksu Kasrı

Beykoz’da bulunan Küçüksu Kasrı 1850’lili yıllarda Sultan Abdülmecit tarafından dinlenmek için yaptırılmıştır. Kasırın kabartmalı süslemeleri çok hoştur. Ayrıca kasırın deniz tarafı girişinde bulunan Kuğulu Çeşme’ye bayılacaksınız.

Beykoz Kasrı

Beykoz’da bulunan Beykoz Kasrı Sultan Abdülmecid’e Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından hediye edilmiş. İstanbul’un ilk ve tek hediye edilen kasrıdır. Burası daha sonra yetimhane ve hastane olarak kullanılmış. Bu sebeple içinde bulunan eşyalar o dönemden kalma değil. Dolmabehçe Sarayı’nın deposundan getirilip buraya konmuşlar. Boğaza bakan bahçesi çok güzel.

Tophane Kasrı

Tophane’de bulunan Tophane Kasrı’nı Sultan Abdülmecit 1850’lili yıllarda yaptırmış. Padişah, Tophane’yi ziyaret ettiğinde bu kasırda kalıyormuş. Diğer bütün kasırlar müze. Ama bu kasır müze olarak kullanılmıyor. Bunun için ziyaret edemedik.

Maslak Kasırları

Maslak’ta bulunan Maslak Kasırları’nı Sultan Abdülaziz 1860’lı yıllarda yaptırmış. Kasır Belgrad Ormanları’nın içinde bulunuyor. Sultan 2. Abdülhamit’e padişahlık burada teklif edilmiş. Bunun için çok önemli bir kasır. Diğer bütün kasırlar mermerden yapılmış ama bu ahşaptır.Biz bahçesinde bulunan Çadır Köşkü’nü çok beğendik.

Şale Köşkü

Köşk, Yıldız Sarayı’nın bahçesinde bulunuyor. Sultan 2. Abdülhamit tarafından 1880’li yıllarda yaptırılmış. Şale, İngilizcede dağ evi anlamına geliyor. Bu köşkte bir dağ evi gibi yapılmış. Bunun için Şale Köşkü diyorlar. Osmanlı’yı ziyaret eden yabancı devlet adamları burada misafir ediliyormuş. Köşkün içi ve bahçesi çok güzel. Tavanlarına, duvarlarına, mobilyalarına iyi bakın derim.

Yazar: Şehit Cengiz Hasbal Ortaokulu 6/C sınıfı öğrencileri, Rümeysa Duymaç/Betül Uçan

Çocuklarla tepe tepe İstanbul sohbetleri projesi

$
0
0

Geçen yıl 6. sınıf öğrencilerimle “Çocuklarla Osmanlı tarihi sarayları sohbetleri” adı altında bir proje gerçekleştirmiştim. Bu proje dahilinde, öğrencilerimle Osmanlı’nın İstanbul’da bulanan 12 tarihi sarayını tek tek gezmiş, Osmanlı’da tarihi saray mimarisini, kültürünü ve hikayelerini  öğrenmiştik. Proje grubundan olan dört öğrencim iki radyo programının konuğu oldular ve Osmanlı sarayları konusunda bilgilerini, önerilerini dinleyicilerle paylaştılar.  Onların radyodaki performanslarını asla unutmayacağım. Sanki her birisi 25-30 yaşlarına gelmiş, Osmanlı sarayları konusunda mastır yapmış gibiydiler. Türkçeleri o kadar düzgün, konuya o kadar hakimdiler. Bu yıl 23 Nisan’da Osmanlı saray kültürü dünyasının masaya yatırıldığı bir televizyon programının konuğu olacaklar. Ayrıca “Osmanlı’nın 12 tarihi sarayını geziyoruz” başlıklı yazıları Mekteb-i Üsküdar Dergisi’nde yayınlandı.

Bu yıl aynı proje grubuyla “Çocuklarla tepe tepe İstanbul sohbetleri” projesini yürüteceğiz. Hepsi 7. sınıf öğrencisi olan 16 kişilik öğrenci grubuyla her ay İstanbul’un bir tepesini gezeceğiz. Onlar geçen yıl İstanbul’daki 12 Osmanlı sarayını gezmişlerdi. Bu yıl o bilgilerinin üzerine İstanbul’un 7 tepesini de ekleyecekler. Böylece bu  bilgilere ve donanıma sahip ilk öğrenciler olacaklar. Kim bilir, belki içlerinden biri ya da birkaçı belki de hepsi İstanbul’la ilgili bir belgesel çekerler, belki film yaparlar, belki bir dergi de yazı yazarlar, belki editör olurlar, belki bir televizyon kanalında program yaparlar, belki de bir radyoda. Belki İstanbul uzmanı olurlar, belki rehber olurlar. Belki aralarından bir tarihçi çıkar, belki kültür dünyası ufuklara yayılan bir gezgin. Belki belki belki…Bilmiyoruz. Zaman gösterecek. Ama şurası kesin. Yaşadığı kenti tanıyan, onu koruyan, geldiği kültür kodlarını bilen ve değer veren, kültür dünyası geniş birey olacaklar.

Velhasıl programımızı anlatmaya devam edelim. Gezdiğimiz tepedeki müzeler, tarihi mekanlar ve meydanlar gezimizin ana omurgasını oluştururken o tepeye özgü lezzetleri ve kültürü ihmal etmeyeceğiz. Çünkü İstanbul tarihi ve doğal mekanlarıyla, lezzetleri ve kültürüyle bir bütündür. Her bir geziden sonra gezi sonrası çalışmalarımızı yapacak, gezdiğimiz tepe üzerine keyifli bir sohbet edeceğiz. Gezdiğimiz tepe üzerinde hangi tarihi yapı ve mekanlar var? Bu mekan ve yapıların hikayeleri neler? Dikkat çeken özellikleri neler? O tepeyi gezmek isteyenlere neler tavsiye edersiniz? Neyi ya da neleri ihmal etmemeliler? gibi soruları yanıtlandıracağız.

Proje programımız şöyle:

I. Dönem

Ekim: 

–  İstanbul 1. tepeyi keşif gezisi

– ” Çocuk gözüyle İstanbul’un 1. tepesi gezi rehberi” adlı bir blog yazısı gezi grubu öğrencileri tarafında kaleme alınacak ve blogda (www.biristanbulhayali.com) yayınlanacak.

Kasım:

– İstanbul 2. tepeyi keşif gezisi

– Radyo programına katılım. Gezi grubundan iki öğrenci İstanbul’un 1. ve 2. tepelerini konu alan bir İstanbul sohbeti gerçekleştirecekler.

Aralık:

– İstanbul 3. tepeyi keşif gezisi

– Radyo programı katılımı. Gezi grubunda olan dört öğrenci İstanbul’un 1.2 ve 3. tepelerini konu alan bir sohbet gerçekleştirecekler.

– Kültür Aş’nin her yıl düzenlediği İstanbul temalı “Çocuk yazarlar İstanbul’u yazıyor” konulu hikaye yarışmasına katılım.

– Geçen yıl gerçekleştirilen “Çocuklarla Osmanlı tarihi sarayları sohbetleri” projesinin “Eğitimde İyi Örnekler Konferansı“‘na sunulması.

II. Dönem:

Mart:

– İstanbul 4. tepeyi keşif gezisi

Nisan:

– İstanbul 5. tepeyi keşif gezisi

– 23 Nisan’da televizyon programına katılım.

Mayıs:

– İstanbul 6. tepeyi keşif gezisi

Haziran:

– İstanbul 7. tepeyi keşif gezisi

– Yıl sonu değerlendirmesi ve gelecek yıl programının oluşturulması.

Not: Geçen yıl gerçekleştirdiğim ” Çocuklarla Osmanlı tarihi sarayları sohbetleri” projesi vesilesiyle katıldığımız radyo programları:

Proje ile ilgili benim konuk olduğum Erkam Radyo İstanbul’un Sırları programı kaydı: http://www.biristanbulhayali.com/cocuklarla-osmanli-saraylari-sohbetleri-projesi-vesilesiyle-erkam-radyonun-konuguydum

Proje grubundan olan öğrencimin Boğazın Sesi Radyosu “Çocukça” programı kaydı: http://www.biristanbulhayali.com/cocuklarla-osmanli-saraylari-sohbetleri-radyo-programi

Proje grubundan olan dört öğrencimin Moral Fm Radyosu “Pembe Mavi” programı kaydı:   http://www.biristanbulhayali.com/ogrencilerim-moral-fmde-yayinlanan-pembe-mavi-programinin-konuguydular

Öğrencilerimle İstanbul’u yürüyerek tepe tepe keşfetmeye devam

$
0
0

Bu kayıt Ekim ayında öğrencilerimle yaptığım, birinci tepe gezisine ait 1 dakika 35 saniyleik bir video. Artık her geziden sonra öğrencilerim de bu tür kayıtlar oluşturacaklar. Hatta bazıları geçmiş gezi kayıtlarımızdan oluşturmaya başladılar bile. Ve çok çok iyi ürünler çıkarmışlar. Aralık ayının ortasında yapacağımız 3. tepe gezimiz Kapalıçarşı ile beraber başlayacak ve öğrencilerim Kapalıçarşı’yı yansıtan portre çekimleri, mekan, ürün kayıtları alacaklar ve bu tür kayıtlar oluşturacaklar. Hatta aralarından bazıları sosyal medya fenomeni olmaya aday. Onların Kapalıçarşı çekimlerini yine bu blogda yayınlayacağım. Merak da ediyorum aynı zamanda: Kapalıçarşı çocuk gözüyle nasıl görünüyor?

Projenin başında temel hedefim yaşadığı kenti tanıyan, bilinçli bireyler yetiştirmekti. Artık bu hedefe sosyal medyayı etkin ve anlamlı kullanan bireyler yetiştirmek hedefi de eklendi. Pasta, börek, düğün, kahve vesaire  paylaşan değil yaşadığı kentin tarihi, doğal ve kültürel değerlerini tanıtıcı içerikler üreten bireyler yolda, geliyor.

Tepe tepe İstanbul gezi ve kültür projemizin üçüncü etabının video kolajı

$
0
0

“Tepe tepe İstanbul” gezi ve kültür projemizin üçüncü etabını oluşturan Çarşılar Bölgesi gezimizi gerçekleştirdik. Video kolaj, bu gezimizi özetleyen 3 dakikalık kısa bir özetten oluşuyor.

Bu gezimizde adımız ve logomuz baskılı şapkalarımız, kazaklarımız ve rozetlerimizle Osmanlı’nın hanlarını çarşılarını, camilerini ve lezzet mekanlarını arşınladık. Esnafların ilgisi çok güzeldi. Bir esnafın, bizi görünce “çekilin yoldan İstanbul Kaşifleri geliyor” diye kalabalığa seslenmesi günün vecizelerinden biriydi.

Bu gezimizde Legacy Ottoman Hotel‘in genel müdürü Osman Kromer bize, otelin teras katında bir kahvaltı ısmarladı. Bu vesileyle hem bir Osmanlı hanı olan 4. Vakıf Hanı tanımış olduk hem de otelin terasından İstanbul’un manzarasını izlemiş olduk. Osman Kromer’e bu nazik davetinden, İstanbul kültürüne ve eğitimine olan bu duyarlılığından dolayı teşekkürler.

Sonrasında Hacı Bekir Lokumcusu, Yeni Cami, Hünkar Kasrı, Mısır Çarşısı, Mahmutpaşa Hamamı, Kapalıçarşı, Sahaflar Çarşısı ve Beyazıt Meydanı gezi güzergahımızın noktalarını oluşturdu.

Diğer gezimiz Ocak ayının 3. haftası olacak. Bu gezimizde 3. tepeyi gezeceğiz. Gezimiz Beyazıt Meydanı’ndan başlayacak Süleymaniye Külliyesi’ne oradan da Şehzade Külliyesi’ne ulaşacağız. Bu gezimizin temasını elbetteki Mimar Sinan oluşturacak. Mimar Sinan’ın nasıl bir mimar olduğunu, külliyelerini nasıl inşa ettiğini onun inşa ettiği külliyeler üzerinden tanıyacağız. Camiler hangi mimari birimlerden oluşur? Kubbe tasarımları ve Osmanlı’da cami mimarisinin gelişimini bu gezimizde öğreneceğiz. Böylece birinci dönem bitmeden İstanbul’un ilk 3 tepesini bitirmiş olacağız. Aynı öğrenci grubuyla geçen yıl da Osmanlı’ın İstanbul’da bulunan 12 tarihi sarayını tek tek gezdiğimizi düşünürsek, öğrencilerim İstanbul’u bu derece detaylı ve bir program dahilinde gezmiş olan ilk öğrenciler olacaklar. Buradan hepsine tek tek selam.

İstanbul’un dünya mutfağını keşif

$
0
0

İstanbul’u gezmeye karar verişimin net tarihi var. 1 Eylül 2009. Aradan neredeyse 10 yıl geçmiş. Bu 10 yıla çok şey sığdırdım. Çok yer gezdim, çok fotoğraf çektim, çok proje uyguladım. Yazılarım, yayınlarım ulusal ve uluslararası medyada yayımlandı. Sosyal medyada on binlerce kez paylaşılan yazılarım var. Keza, blog yazılarım devam ediyor ve edecek de. Bunun yanında İstanbul uzmanları minik öğrenciler yetiştiriyorum. Çeşitli belediyelerde ekonomik kriz nedeniyle askıya alınan Türkiye kültür ve mirası odaklı, çocukları hedef alan yüksek bütçeli çeşitli projelerim var. Projelerimin devamı gelecek, onların peşini bırakmam. Hayat bazen böyle sürprizler yapabiliyor işte. Bu da benim şanssızlığım olsun.

Geri kalan 10 yılda İstanbul’a dair eksik kalan bir nokta var: İstanbul’un dünya mutfağını keşif.

Periyodik aralıklarla okuldan dört öğretmen arkadaşla İstanbul’un etnik lezzet duraklarını keşfetmeye başladık. Bunun da net başlangıç tarihi var: 1 Ocak 2019

İstanbul’un lezzet duraklarıyla ilgili hemen tüm yayınları okudum. Ama Kadıköy’de benim gitmeyi tercih ettiğim yerler bu kitaplarda yoktu. Kitaplardaki çoğu duraklar birbiriyle aynı. Bazılarına gittim, beğenmedim. Kadıköy’de Rıhtım Caddesi’nin bir sokak üstünde yer alan Balıkçı Lokantası, bu kitaplarda yok mesela. Oysa terbiyeli balık çorbası, kırlangıç ve iskorpit güveçi, fener kavurması bir harikadır. Yine Rıhtım Caddesi üzerinde yer alan Özer İşkembe Salonu’nun işkembesi, kelle paçası, damardanı ve tuzlaması çok çok iyidir. Oysa bu kitaplarda Özer İşkembe Salonu da yer almaz.

Kitap eleştirilerimden sonra nihayete gelebilirim.

İstanbul’un dünya mutfağını keşif serüvenimizin açılışını 1 Ocak’ta Kadıköy’de bulunan Cantine by Mezedaki’de yaptık. Burası Rum mezeleri ile ünlü. Rum mutfağını keşif için yeterli bir mekan değil. Zaten öyle de bir iddiası yok. Menü, genel restoran menüsü ile 10-12 çeşit Rum mezesi hariç hemen hemen aynı. Ortamı iyi ama. Güzel bir akşam yemeği için ideal.

Dün (8 Şubat 2019) ise Türkmen mutfağını keşfedelim dedik. Kadıköy’de Türkmen yemekleri yapan Fiççi House’daydık. Şöyle bir menüye bakayım dedim. Ne var, ne yok? Menüde yer alan lezzetlerin çoğunu ilk defa orda gördüm. Lokantanın sahibiyle biraz Türkmen mutfağı üzerine konuştuktan sonra, yemeklerimizi söyledik. Lagman, buhar mantısı, pilemen, Türkmen pilavı, fiççi ve patlıcan salatası. Tatlı olarak da medovik ve napolyon. Bunların hepsini tek tek yemek mümkün olmadığından ortaya söyledik. Herkes kendi servis tabağına istediği kadar aldı. Böylece çok farklı sayıda lezzeti tatmak mümkün oluyor. Aynı zamanda çok da ekonomik oluyor. Toplam hesap 93 lira tuttu. Kişi başı 25 lira bile değil.

Ben pek mantı sevmem. Dolayısıyla gittiğim restoranlarda mantı sipariş etmek gibi bir huyum yoktur. Ama buhar mantısı bir harikaydı. Bundan sonra Kadıköy’de canım mantı çekerse gideceğim bir yer artık var. Pilemen ise mantının kaynatılmış hali. Normal, bildiğimiz mantı işte. Haliyle benlik bir şey yok. Geçelim.

Fiççi House’nin asma çorbası meşhur. Lokanta görevlisi ilk olarak çorbayı tavsiye etti zaten. Çorbada tekli iri kemik bulunduğundan az çorba servisi yapmıyorlarmış. Bir porsiyon söylesek, diğer lezzetlere pek yer kalmayacağından bir dahaki sefere sipariş ederiz dedik. Sonuçta Kadıköy sürekli gittiğimiz yer. Hayat devam ettiğine, Türkmen mutfağı da kaçmadığına göre sorun yok.

Lagman, etli ve sebzeli bir tür yemek. Yemeğin altında komple makarna bulunduğu için ekmeksiz yenebiliyor. Bu haliyle pratik ve oldukça doyurucu bir tür yemek olmuş. Sanıyorum içine ekşi katıyorlar. Ben öyle tat aldım. Hayır katmıyorlar diyecek olana da itirazım yok. Sonuçta gurme değilim. Benden gurme olur mu? Bilmem, olmaz herhalde. Sadece kendime göre tavsiye edebileceklerim var, edemeyeceklerim var. Lagmanı, tavsiye edilebilecek listeme alıyorum.

 

Türkmenlerin etli pilavları zaten meşhur. Gidildiğinde muhakkak söylenmeli. Biz akşam vakti gitmiştik. Onun için olsa gerek pilav taze değildi. Pirinçleri kuruydu. Gittiğinizde pilav taze mi diye sorarsanız iyi olur. Öğle vakti giderseniz muhtemelen sorun yaşamazsınız.

Fiççi, bir tür kıymalı börek. Kıymayı farklı bir şekilde baharatlıyorlar olsa gerek. Tadı güzeldi. Kahvaltıda çayla beraber güzel gider. Hamuru kızarmış olursa bence daha iyi olur. Bir daha ki sefere gittiğimde fiççinimi muhakkak kızarmış söylerim. En alasından çıtır çıtır.

Patlıcan salatası da ekşiliydi. Beğendim. Peki, oraya gidince illa yenilmesi mi gerekiyor? Bence hayır.

Bir tür ballı kek olan ve Rus pastası namıyla meşhur medovik, yemek üzerine yenilebilecek bir tatlı değil. Lezzetli ama kuru. Porsiyon olarak da gayet büyük. Yine bir tür sütlü tatlı olan napolyon da sanıyorum Rus mutfağına ait. Eee, yaklaşık yüzyıl Rus yönetimi içinde yer alınca mutfaklar da böyle birbirine karışıyor. Her ikisini de Fiççi House’a gidildiğinde çayla yenilebilecek tatlılar listeme alıyorum.

Haftaya Cuma, Özbek mutfağını keşfediyoruz. Mekanımız Kadıköy Söğütlüçeşme’de bulunan Afsona Restaurant.

 

The sad story of a Greek primary school

$
0
0

We all know the Fener Greek High School. Alrigth, do we all know the Maraslis Greek Primariy School? I’m sure, no.

This building which attracts attention with its four column entrance, is neither a old greek temple or a presidentship palace. It is a primary school. It was built as a primary school, was not converted from a another building.

Greek merchant Grigoris Maraslis is the mayor of Odessa and one of the richest of Odessa. He decides to build a school but also will pay the education costs of whole school. For this, he reserves a large amount of money.

Grigoris Maraslis wants only a thing. The school built by him, should be bigger than Fener Greek High School a few streets away. He wants to keep his name alive for centruies with this school.

We dont know, did he tell anyone? However history confirms this.

And school opens in 1901 but Maraslis does not like the school. The story starts after from this.

He looks the building he wants, he looks the money he sent and he looks the school he built. There is as much difference as mountains. After, rumors of corruption spread about school construction.

This stutation upset Maraslis and he did not keep his promises for school. He never sent money for school again.

But there is also the truth of the flowing life. Children are studying at school and the school needs money. At the last, Fener Greek Parthiactre donates the income of a church to the school. After a while, this income is not enough and parthiactre founds another solution: School aid trays.

On sundays, these aid trays are taken to some churches and the necessary aid is collected. Over time, this stutaion becomes a tradition. In this way the school survived.

Maraslis Greek Primary School is located in Fener next to Fener Greek Parthiactre. The school had 3 student in 2015.

Ekşi Sözlük’te adıma açılan başlıktaki bir yoruma cevabım

$
0
0

Ekşi Sözlük’te adıma açılan başlıkta eski bir öğrencim yorum yazmış. Belki bu bloğu takip ediyordur görür belki de yıllar sonra görür. Bilmiyorum, buraya yazayım asılı kalsın.

“Sende böyle bir izlenim bırakmak beni çok mutlu etti. Yıllar öncesinden gelen tatlı bir rüzgar gibi. Hayat insana – eğer öğrenmeye meyilliyse- çok şey öğretiyor. Öğrenilen her bilgiyle beraber insanın hayatını, düşüncelerini, davranışlarını güncellemesi gerekiyor ama çok az insan yapar bunu. Bir zamanlar ben de çoğu insan gibi “çok” un gücünden etkileniyordum: Çok ülke, çok şehir, çok arkadaş, çok para vesaire. Liste uzayıp gider. Sonra öğrendim ki mesele “çok” ta değilmiş “derinlik” teymiş. Aslolan “çok yer” gezmek değilmiş “bir yer” gezmekmiş, oraya defalarca gitmekmiş ve oranın ruhuna derinlemesine nüfuz etmekmiş. Aslolan bir müzeyi ziyaret edip ben orayı gezdim demek değilmiş yani aynı müzeye 20 kez gitmekmiş ve onu derinliklerinde hissetmekmiş. Önceden 50, 100 ülke gezenler ya da 50,60 şehir, bana heyecan verici geliyordu. Çok komik. Dünyayı gezip de kendini değiştirmeyen çok insan tanıdım. 50 ülke gezmiş ve gezdiği her ülkeyle egosu şişmiş, ukalalık zirvede. Aslında tersi olması lazım. Bilginin insanı genişletmesi ve gezdiği her ülkeyle kişiliğinin oturması ve ayaklarının yere basması lazım. 3,5 yaşındaki karakteri neyse hala aynı. Hiç değişmemiş. Diyeceğim şu: Eğer seyahat insanda kişisel bir ruh yolculuğuna dönüşmüyorsa belgesel izlemek daha iyidir. En azından zahmetsizdir. Ortaçağda bir müslüman Arap gezgin Kuzey Afrika’yı, Ortadoğu’yu ve Anadolu’yu dolaştıktan sonra şöyle söylüyor: “Seyahatim kendimden başka bir yerde vuku bulmamıştır.”

Düşünebiliyor musun, adam at sırtında on binlerce kilometreyi yıllarca dolaşmış ve söylediği söz bu olmuş. Bu söz seyahatin nirvanasıdır işte. Ve aslolan bu noktaya ulaşmaktır. Bir yer gezmezsin yani kendini gezersin. Ve kendini keşfedersin. Ve bazen bir şehir yeter sana. Hele adı bir de İstanbul’sa…Selamlar.


İstanbul kütüphanemin değerli üyelerini İstanbul severlerle buluşturuyorum

$
0
0

Merhabalar. 10 yıl oldu bu blog açılalı. Elimden geldiğince güzel yazmaya doğru yazmaya gayret ettim. Ve hayatımda yaptığım en güzel şey İstanbul’u gezmek, araştırmak, onu anlatan kitapları bulmak, fotoğraflamak ve yazmaktı. Bazen manzaralı bir yere gittiğim zaman göz alabildiğince bakıyorum İstanbul’un sokaklarına. Sonra içimden şöyle geçiyor. “İşte ben buraların hepsini yürüyerek adım adım gezdim. Hem de defalarca.”

Şimdi bana çılgınlıkmış gibi geliyor. Yeni bir kente gitsem İstanbul kadar büyük olan, kesinlikle yapmam. Dediğim gibi yaptığım en güzel şeydi. En zoru, en çılgını, en heyecanlısı ve en bilgesi.

10 yıl önceki Ramazanla 10 yıl sonraki Ramazan arasında çok fazla fark var. Hatta aynı masada otursak tanımam herhalde. Belki de konuşmaya bile tenezzül etmem. O da kim? Uzak dursun bu adam burdan.

Benim için çanlar Ege için çalıyor artık. Bu yıl, muhtemelen yazın Ege’ye yerleşmeyi düşünüyorum. Bir sahil kasabasına. Belki Datça, belki Kaş. Ve ben keskin dönüşler yapmayı severim. Arkama dönüp bakmamayı. Yani İstanbul benim için bitti.

Bu sebeple İstanbul kütüphanemin birbirinden değerli üyelerini İstanbul severlerle buluşturmaya karar verdim. Kitaplarımın bir kısmı sahaflarda bile yoktur. Önemli bir kısmı ise bir kitaba oranla çok ciddi rakamlarla satılıyor. Hepsi özenle seçilmiş birbirinden değerli içeriğe sahiptir. İşte kütüphanemin bu değerli üyelerini DOLAP uygulaması üzerinden satışa sundum. Bu uygulamada dolap adım “istanbul kitapları“dır. Arama kutucuğuna “istanbul kitapları” yazdığınızda direk benim sayfam karşınıza çıkıyor. Bu uygulamayı seçmemin nedeni Türkiye’nin her yerine istenilen adette kitabın 8.99 tl kargo fiyatıyla okuyucularla buluşması. Sonuç olarak ben al satçı değilim. Güzel başladım güzel bitirmek istiyorum. Benim için önemli olan çok kıymet verdiğim kitaplarımın kıymetli okuyucularıyla buluşmasıdır. Bu adresten beğendiğiniz kitapları satın alabilirsiniz. Eğer İstanbulla ilgili içerik üretmek istiyorsanız, artık bir sahafa benzeyen “istanbul kitapları” adresime bir göz yararlı olabilir. Çoğu kitabımın yeni baskısı yok zaten. Hatta bazıları sahaflarda bile yok. Meraklısı kaçırmasın.

Herkese bol selam ve sevgiler.

 

Ekşi Sözlük’te adıma açılan başlıktaki bir yoruma cevabım

$
0
0

Ekşi Sözlük’te adıma açılan başlıkta eski bir öğrencim yorum yazmış. Belki bu bloğu takip ediyordur görür belki de yıllar sonra görür. Bilmiyorum, buraya yazayım asılı kalsın.

“Sende böyle bir izlenim bırakmak beni çok mutlu etti. Yıllar öncesinden gelen tatlı bir rüzgar gibi. Hayat insana – eğer öğrenmeye meyilliyse- çok şey öğretiyor. Öğrenilen her bilgiyle beraber insanın hayatını, düşüncelerini, davranışlarını güncellemesi gerekiyor ama çok az insan yapar bunu. Bir zamanlar ben de çoğu insan gibi “çok” un gücünden etkileniyordum: Çok ülke, çok şehir, çok arkadaş, çok para vesaire. Liste uzayıp gider. Sonra öğrendim ki mesele “çok” ta değilmiş “derinlik” teymiş. Aslolan “çok yer” gezmek değilmiş “bir yer” gezmekmiş, oraya defalarca gitmekmiş ve oranın ruhuna derinlemesine nüfuz etmekmiş. Aslolan bir müzeyi ziyaret edip ben orayı gezdim demek değilmiş yani aynı müzeye 20 kez gitmekmiş ve onu derinliklerinde hissetmekmiş. Önceden 50, 100 ülke gezenler ya da 50,60 şehir, bana heyecan verici geliyordu. Çok komik. Dünyayı gezip de kendini değiştirmeyen çok insan tanıdım. 50 ülke gezmiş ve gezdiği her ülkeyle egosu şişmiş, ukalalık zirvede. Aslında tersi olması lazım. Bilginin insanı genişletmesi ve gezdiği her ülkeyle kişiliğinin oturması ve ayaklarının yere basması lazım. 3,5 yaşındaki karakteri neyse hala aynı. Hiç değişmemiş. Diyeceğim şu: Eğer seyahat insanda kişisel bir ruh yolculuğuna dönüşmüyorsa belgesel izlemek daha iyidir. En azından zahmetsizdir. Ortaçağda bir müslüman Arap gezgin Kuzey Afrika’yı, Ortadoğu’yu ve Anadolu’yu dolaştıktan sonra şöyle söylüyor: “Seyahatim kendimden başka bir yerde vuku bulmamıştır.”

Düşünebiliyor musun, adam at sırtında on binlerce kilometreyi yıllarca dolaşmış ve söylediği söz bu olmuş. Bu söz seyahatin nirvanasıdır işte. Ve aslolan bu noktaya ulaşmaktır. Bir yer gezmezsin yani kendini gezersin. Ve kendini keşfedersin. Ve bazen bir şehir yeter sana. Hele adı bir de İstanbul’sa…Selamlar.

Viewing all 57 articles
Browse latest View live